Bir önceki yazıda Cemaatte ortaya çıkan “diyaspora dayanışması” üzerinden Cemaatin yarınına dair bir anliz sunmuşutum. Aynı yazının içerisinde cemaatin yarınını belirleyecek faktörlerin “mağdur dayanışması” ve “akraba/arkadaş dayanışması” olduğunu belirtmiştim.

Yazı dizisinin ikinci ayağında “mağdur dayaşışmasının” ürettiği yeni sosyolojiyi ve bunun Cemaatin geleceğine yansımasını ele alacağım.

Önce “mağdur dayanışması” kavramıyla ne kastediyorum belirteyim: “Diyaspora dayanışması”ndan farklı olarak “mağdur dayanışması” bizzat Türkiye’nin içinde gelişen bir dayanışma biçimi. 2013’ten beri AKP’nin gadrine uğrayan özellikle Cemaat ve çevresiyle şekillenen bir dayanışma biçimi bu.

“Mağdur dayanışması” değişik evrelerden oluşan bir dayanışma biçimi olarak ortaya çıktı. Öncelikle 17/25 Aralık BÜYÜK YOLSUZLUK VE RÜŞVET OPERASYONU’nu yapan polislerin mağdur edilmesiyle başlayan daha sonra Cemaatin medyasına el koymakla devam eden mağduriyet dalgaları cemaat içinde ve çevresinde –ki çevresinden kastım çocukları Cemaatin mendubu olan ancak kendileri mensubiyeti bulunmayan çoğunluğu muhafazakar ailelelerdir- bir şaşkınlık ve kızgınlıkla başladı bu dayanışma. En son 15 Temmuz KONTROLLÜ DARBE girişimin ardından daha önceden hazırlıkları tamamlanan sosyal soykırım uygulamalarının başlamsı “mağdur dayanışması”nın son evresini oluşturdu.

Cemaat mensupları hızlı bir şekilde bunu içe dönerek (Armadillo savunması) atlatmaya çalıştı. Cemaat ilk darbeyi yeyince içe döndü. Bu hamle cemaatte bir iç gerilim oluşturdu. Cemaat adeta bir Armadillo gibi hızla kapanınca dış çeperlerde kalan bir çok kişi o refleksle uyum sağlayamayıp etrafa dağıldı yayıldı. Hüseyin Gülerce gibi cemaate kene gibi yapışan isimler o refleksle cemaat toplanış içe doğru kapanırken kabuktan fırlayan isimler oldular. Bunların çoğu daha sonra gelen AKP’nin baskı hamleleri nedeniyle dışarda kaldı, kalmayı tercih etti. Cemaatin içine giremedi. Zaten bu kesim hep cemaatin en dış kabuğunda çeperindeydi. AKP’nin darbeleri hızla inmeye başladı ama Cemaatin dış kabuğu beklenenden sağlam çıktı. İtirafçı sayıları ve itirafların nitelikleri, hapistekilerin durumu, ailelerin dayanışması bir arada düşünüldüğünde Erdoğan’ın darbelerinin cemaat kabuğunda çatlaklara neden olduysa da ana gövdeye -henüz- zarar veremedi.

Zaten Erdoğan’ı çıldırtan da bu oldu. Bu nedenle devleti illegaliteye itti ve uluslararsı arenada devleti “haydut devlet” konumuna bile düşmesine bakmaksızın, çıldırmış gibi sağa sola saldırmaya devam ediyor. O saldırdıkça paradoksal olarak Cemaat daha da içe kapanıyor bu da cemaatin dokusunu güçlendiriyor.

Bu baskıya karşı cemaat tıpkı bir Armadillo gibi içine kapandı halen sessiz kalmaya devam ediyor. Ancak baskı ve saldırı uzadıkça farklı sosyal dinamikler de gelişmeye başladı. İşte o dinamiklerden biri “mağdur dayanışması” olarak karşımıza çıkıyor. Bu dayanışma, cemaatin kendi kitlesi ve diğer kitlelerle ilişkisini belirlediği gibi, yeni kimliğini oluşumunda da belirleyici rol oynuyor.

Mağdur dayanışmasını üç ana katmanda ele alabiliriz. Bunlardan birincisi bizzat hapse atılan, işini kaybeden veya hakkında işlem yapılan Cemaat mensubu veya sempaatizanı olan mağdurların kendi aralarında geliştirdiği bir dayanışma biçimi. Bu insanların sayısının 400 bini bulduğu belirtiliyor. (Dünyanın hiç bir yerinde 400 bin aktif katılımcısı olan bir terör örgütü olmaz ama burası Türkiye) Birçoğu “3-5 ay yatıp çıkarız” duygusuyla Erdoğan’ın zulmünden kaçmayan, saklanmayan ve AKP tarafından 17 Aralık 2013 yılından beri tutuklanan -kimi salıverilen- mağdurlar. Bunlar hayatta kalabilmek için birbiriyle dayanışmaktan başka şansı olmayan insanlar.

Başbaşa kaldıkları ötekileştirilme, sosyal soyutlanma, cadı avı ve elbette ekonomik mağduriyetler bu insanları birbirleriyle dayanışmaya zorluyor. Artık bir ekmeği olan olmayanla bölüşüyor. İki zeytini olan birini diğer mağdura veriyor. Buna dair gördüğüm duyduğum ve şahit olduğum yüzlerce örnek var. Binlerce insan cemaatin yardımı ulaşamıyor ama birbiriyle dayanışarak hayatta kalmaya çalışıyor. Ebette onları bu süreçte halen yaşama bağlayan şey dini inançları. Dini inançları bu dayanışmayı daha da güçlendiriyor.

Birbiriyle dayanışarak yaşayan insanlar elbette yeni kimlikler yeni dünya görüşleri de oluşturuyor. Bir çoğu başlarına gelenlerde en büyük sorumluluk payının Erdoğan’a ait olduğuna inanıyor. Bunların bir kısmı Fethullah Gülen’i de bu işten sorumlu tutuyor ama onun “sorumluluğunu” Erdoğan’ınkinden daha az görüyorlar.

Erdoğan sürekli meydanlarda, sürekli bu insanları aşağıladığı için, onların Erdoğan’a yönelik nefreti, Gülen’e yönelik kızgınlığından daha baskın. Öte yandan Cemaat bu insanlara ulaşmaya çalışırken (resmen enkaz kaldırma çabası bu) diğer tüm kesimlerin bu insanlar enkazın altında ölüme mahkum etmeye çalışması bu insanları –tüm kızgınlıklarına rağmen- Cemaatin çevresinde tutuyor. Mağdur dayanışması sayesinde bu insanlar “ben kimim? biz kimiz?” sorusunu sormadan önce “biz ne yaptık? Bize bu zulmü yapanlar kim?” sorusuyla yüzleşiyor.   Böylece “ötekine” göre bir kimlik geliştiriyor. Ve elbette onlara göre “öteki” Erdoğan ve AKP kısmen de kendilerine bu zumlü mazur gören geniş halk kesimleri.

Mağdur dayanışmasının ikinci katmaında mağdurların aileleri var. Bunların çoğunluğu muhafazakar fakat Cemaatten değil. Bu insanların bir kısmı –çok küçük bir azınlık- evlatlarını partileri ve reisleri için reddettmiş durumda. Ancak büyük çoğunluk %90’ın üstünde aileler çocuklarına sahip çıkıyor. Onlar çocuklarına sahip çıkınca eski komşuları ve dostları mahalledeki diğer AKP’liler tarafından dışlanıyorlar. AKP’li olmayn diğer komşular bu aileleri dışlamıyor. Fakat onlar da korktuklarından dolayı destek olamıyorlar. Bu süreç yeni bir komşuluk ilişkisi geliştiryor yeni bir sosyalleşme sürecini tetikliyor ve yeni bir sosyoloji doğuruyor. Dolayısıyla bu aileler için tek sosyalleşme alternatifi kendi gibi çocukları AKP tarafından mağdur edilen diğer aileler. AKP’nin mağdur ettiği aileler arasında gelişen yeni dayanışma biçimi bir yandan onların kimliklerini şekillendirirken bir yandan da siyasi tercihlerini belirliyor.

Örneğin bir mağdur ailesi “mahallede kimse kimseye çocuğunu sormuyor, ola ki o da mağdur olmuştur diye düşünüyor” insanlar diye özetledi mahallenin en kuytu köşesine kadar yayılan mağduriyet ve korku iklimini.  Mahallelerde adeta bir ometra kuralı hakim. Çocukların konuşulmadığı yeni bir sosyalleşme biçimi var ortada. Bu sosyalleşme biçiminde en çok konuşulan konu aslında konuşulamayan/tahmin edilemen konu: yarın ne getirecek? İnsanlar yarına dair bir öngörüde bulunamıyorsa, o toplumda belirsizlik hakim olmuşsa refleksif olarak kendini korumaya alır. Kendine yeni görünmeyen (safety net) güvenlik duvarı örer. Türkiye’de şu anda hemen her mahallede hızla yükslen güvenlik duvarları örülüyor. Bunu kimse görmüyor ama mahallelerin aralarına apartmanların içlerine girdiğinizde bunu hissediyorsunuz. Bu bir toplum için en korkunç senaryodan -iç savaştan- bir önceki aşamadır.

Mahallelerde aileler “mağdur aileler” “AKP’li aileler” ve “diğer aileler” şeklinee ayrışıp kümeleştiğinden dolayı kitleler arasındaki dayanışma formları da değişmiş durumda. Bu durum mahalleleri çok kırılganlaştırdı. İnsanlar birbirlerine adı konmamış ambargolar uyguluyor. En küçük bir sarsıntıda AKP iktidarı kaybederse AKP’li ailelerin mahallelerden çıkıp kendi gettolarına doğru gideceği bir iç göç kaçınılmaz görünüyor. Bu bir tür iç savaş sinyali aslında…

Türkiye’de muhafazakar siyasetin geleceğini belirleyecek şey işte mağdur aile dayanışması. Bu ailelerden birine Erdoğan’a kızıp kızmadığını sordum. Ağzını açtı bir daha kapattıramadım. Fethullah Gülen’e kızıp kızmadığını sordum ona da bir çok beddua saydırdı. Seçimlerde kime oy vereceğini sordum “Meral iyi diyorlardı o da son zamanlarda sapıttı. Aynı Erdoğan gibi konuşmaya başladı” diye cevap verdi. Bahçeli ve Erdoğan zaten ihtimal dahilinde değil. Konuştuğum o mağdur “protesto” ile CHP arasında gidip geliyor örneğin.

Aynı mağdura “Cemaat parti kursa oy verir misin?” diye sordum. (Parti alerjisi olan cemaatçilerin tüyleri diken diken olmuştur ama bir sakin olun) Bu sorudan amacım o mağdurun cemaate ne kadar kızgın olduğunu anlamaya çalışmaktı. –Unutmayın cemaatle çocukları dışında bir bağı olmayan Gülen’e de kızan ama Erdoğan’a daha çok kızan bir aileden söz ediyoruz-  “Hani nerdee kurmuyorlar ki?” cevabını aldım. Bu beni bile şaşırttı. Doğrusu ben bu mağdurun Gülen’e kızgınlığından dolayı Cemaat parti kursa onu da reddedeceğini düşünüyordum. Belli ki Gülen’e kızgınlığı tolare edebilyorlar.

Bu gözlemim bana uzun süre çalıştğım Kürt sorununda PKK’nın nasıl kitleselleştiğini anımsattı. 1990’lı yıllarda Kürtler çocuklarını zorla dağa çıkarıp onların ölümüne neden olan PKK’ya da kızıyordu ama onlara haklarını vermeyen ve PKK’yı bahane edip Kürtlere işkenceler yapan ve onları mağdur eden devlete daha çok kızıyordu. Sonunda PKK bir siyasi parti kurdu ve Kürtler kızmalarına rağmen HDP çizgisinden gelen Kürt siyasi hareketine kitleler halinde destek verdi. Bu partilerin Kürtlerin siyasal bilinç kazanmasında büyük ektisi oldu.

Mağdur dayanışmasının üçüncü katmanında ise Cemaat mağdurlarıyla Cemaatten olmayan mağdurların, Solcu, Alevi, Kürtler ve azınlıklar arasındaki dayanışma. Bu daha çok diğer mağdurların Cemaati öteki gibi görmeye devam etmesinden dolayı henüz köprüleri kurulmamış bir dayanışma. En küçük adımda büyük mesafeler alınabilecek bir dayanışma potansiyeli var burada. Özellikle Cemaat tabanı ve çeperleri bu dayanışmaya oldukça açık bir yerde duruyor. Özellikle Meral Akşener’in onları dışlayıcı dili bu kitleyi daha çok radikal sol dediğimiz sol ile HDP’ye yaklaştırmış durumda. Özellikle HDP’li vekillerin Ege’de Meriç’te boğulan insanlara destek vermeleri, bunun yanında Sezgin Tanrıkulu gibi CHP’li vekillerin BİREYSEL gayretleriyle mağdurlara sahip çıkmaya çalışması bu köprünün kurulması için büyük bir potansiyel taşıyor.

İlk defa muhafazakar bir kitle, kendisinin uzattığı eli başkasının sıkmasını beklemeden, başkasının uzattığı eli sıkmaya hazır. Örneğin Veli Saçılık’ın işkenceyle öldürülen Gökhan öğretmenin mezarını ziyaret etmesi bu kitlede müthiş bir sıcaklıkla karşılandı. Eğer CHP kendi bağnaz ULUSOLCU kitlesini ikna edebilirse/dönüştürebilirse dini değerlere saygılı, mağdurlara sahip çıkan Sezgin Tanrıkulu çizgisindeki bu partinin ilk defa muhafazakar mağdurlardan oy alması mümkün olacak. Ancak bunun ilk şartı Erdoğan’ın ötekileştirici dilini kullanmadan örneğin “FETÖ” (bu kitle bu kavramı Erdoğan’ın baskı silahı olarak görüyor) demeden bu kitleyi kazanabilir.

Eğer Meral Akşener veya CHP dilini yumuşatır bu kitleye sahip çıkarsa, onlara yönelecek hazır 1 milyon potansiyel oy var. Akşener bu konuda daha şanslı ama şu sıralar o çevresindeki Ergenekon çocuklarının (Perinçek’in evladı da diyebilirsiniz) stratejisiyle Erdoğan’a çalışıyor. Kemal Kılıçdaroğlu Sezgin Tanrıkulu üzerinden kurduğu kapsayıcı dili daha da kurumsallaştırarak daha da aktif hale getirerek bu kitleye sahip çıkarsa, ilk defa CHP 1 milyona yakın muhafakzar mağdurdan oy alabilir.

Tabii ki burada en önemli nokta şu: bu kitle cemaat istese de istemese de SİYASALLAŞMIŞ durumda. Bu SİYASAL talebe Cemaat eninde sonunda siyasal bir kurumla cevap vermek zorunda. Cemaatteki direnişi anlamak mümkün değil. Ali Bulaç’ın dediği gibi: SOSYOLOJİYE DİRENEMEZSİNİZ…

 

 

 

 

 

 

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...