Çoğunlukçuluğa dayalı otoriter düzenle açık faşizmarasındaki sınır bölgesinde hareket hâlinde olduğumuz söylenebilir.
Temel hak ve özgürlükler, 2002-2010 arasındaki ne kadar iyi-kötü kazanım varsa tekrar tekrar, hışımla budanarak yerle bir edilmiş vaziyette.
Böyle bir ‘ara rejim’ hâlinde, herkesin sesini çıkartması doğaldır.
Beklenir.
Gereklidir.
Çünkü ilerde tarih yazıldığında herkes, istese de istemese de, o yazımın bir köşesinde, ‘sorumlu’, ‘sorumsuz’, ‘uyurgezer’, ‘vicdan sahibi’, ‘medeni cesaret örneği’ vs olarak hak ettiği yeri alacak.
1930’lar Avrupa’sında yaşananlar esnasında, kanser gibi, kıtayı, ülkeleri saran zorba rejimler konusunda takındıkları tavırlar nedeniyle bugün Stefan Zweig’i, Thomas Mann’ı, Hermann Broch ve Robert Musil’i, Pablo Picasso’yu ayrı bir yere koyuyoruz.
Elbette ki Nobel ödülü sahibi olmanın da getirdiği bir siyasi yükümlülük var. Pasternak, Soljenitsin, Octavio Paz, Harold Pinter ve pek çok yazar ülkelerinde ve dünyada insani değerlere yönelik haksızlıklara karşı çıktıkları oranda siyasileştiler. Bu kaçınılmaz bir göreve dönüştü ve 20’nci yüzyıla damgasını vurdu, bundan sonra da vuracak.
Sadece edebiyatçılarla, sanatçılarla da sınırlı kalmıyor bu durum.
1128 akademisyenin yayımladıkları bildiri nedeniyle iktidarın en tepesinden aşağı akıp giden şeytanlaştırma, işinden etme ve yargı yolunu açma furyasına karşı Nobel sahibi 30 bilim adamının ifade özgürlüğüne saygısızlığı kınayan bildiri yayınlaması da bu gerçeğin bir parçası.
Son dönemde Orhan Pamuk’un itiraz dozunu artırarak ülkesindeki hazin durumu gündemde tutmasını çok olumlu buluyorum.
“Yazarlıkta kaçınılmaz bir durum” demiş son mülakatında:
“Ben sadece edebiyat konuşsak diyen biriyim. Ama imkân yok artık. İnsanlığına sığdıramıyorsun..’’
“…akademisyenlere gösterilen kaba, duyarsız şeyleri içime sindiremiyorum. Sen o kadar kötü davranırsan insanlar başka ülkelere gider. Öğretim üyesi yetiştirmek kolay mı? Ne istiyorlar? Bütün muhaliflerin yurt dışına atıldığı bir ülkede yaşamak çok mu iftihar edilecek bir şey?’’
“Demokratik bir ülkede insanlar en son seçimi kazananın düşüncelerini papağan gibi tekrarlamak zorunda değildir. Demokrasi dediğimiz şey budur. Senin düşüncende olmayan birinden korkmazsın. ‘Aynı düşüncede olmadığım bir adam geldi, şimdi ne olacak?’ diye düşünürsen orası demokratik olmaktan yavaş yavaş çıkar.’’
Gerçekten de öyle.
İçinden zorla geçirildiğimiz dönem, herkes için bir insanlık sınavı.
***
Kendi iç korkusunu tüm topluma yansıtmak, yaymak ve buradan daha kalıcı bir iktidar yapısı üretmeyi umut etmek, AKP üst yönetiminin vazgeçilmez refleksi hâline geldi.
Ellerinde kalan tek siyasi cephane bu.
Bu dönemin bir insanlık sınavı olduğunu kavrayanların, ayrıca bu gerçeği de bilmesi gerekiyor.
Türkiye’yi ziyaret eden İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) İcra Direktörü Kenneth Roth, gördüğü manzarayı şöyle tasvir etmekteydi dün:
“Bu hükümet, eleştiriye karşı, giderek buluttan nem kapar bir hâl alıyor. Medyada, yargıda ve sivil toplumdaki kritik sesleri tolere etmede isteksizleşiyor. Bir hükümet etrafını siper gibi tahammülsüzlükle çevirdiğinde, otoriter rejim için gerekli zemini yaratır. Bu çok tehlikeli bir gidişattır. Türk toplumunun çok geç olmadan bu duruma uyanmasını umuyoruz.’’
Pamuk gibi edebiyatçılar, Roth gibi saygın insan hakları gözlemcileri, bizler gibi köşe yazarları, habercilik uğruna hapse atılmayı göze almış Can Dündar, Erdem Gül veya Mehmet Baransu gibi gazeteciler, Abant gibi toplantılarda farklılıklar içinde benzer kaygıları dile getirmeye devam edecek.
Ama toplumun ‘er geç uyanması’ için bunlar elbette yetersiz.
O insanların etrafında toplanacakları, yeni, makul, umut saçan bir siyasi muhalefet partisine ihtiyacı var.
Bizler her şeyin farkındayız da, acaba, mesela CHP, kenarda bakıp durarak sadece kötüye gidişe hizmet ettiğinin acaba ne kadar farkında?