Türkiye bir hukuk devleti değildir ve de Türkiyeli hukukçuların kahir ekseriyeti “çaycı markası” gibi sadece bizim memlekette bir davaya girebilir, Allah muhafaza, dünyanın herhangi bir yerine gitseler en fazla mübaşir olarak görebilirler mahkemeyi.
Islak hamburger gibi her şeyi “alaturka” bir sosa bulamak isteyen bir zat-ı şahane, seçimin ertesi günü şöyle buyurmuştu:
“Evet seçim bitti Millet kararını verdi.Ya istikrar ya kaos dedim;Millet kaosu seçti hayırlı olsun.”
Şimdi profesör olmak bu kadar kolay olmasa, iki cümlelik bir yazı bu kadar hatalı yazılabilir mi?
Bu zihniyet mi yazacak yeni anayasayı?
“Millet” aslında kaosu falan seçmedi.
Milletin seçtiği parlamenter sistemin devamı ve barıştı.
Buna karşı gördüğünü alaşağı etti, hepsi o.
Üstelik bunu Özal’a ya da Ecevit’e reva gördüğü gibi yıkarak yapmadı, sadece titretti ama anlaşılan o hafif sallantı bile bütün çivilerin fırlamasına yol açtı.
Sonra, artık hangi “üst aklın” fikriyse, savaş kararı alındı.
Bir ayda belki üçyüzden fazla genç hayatını kaybetti.
Toplu açılış törenlerinin yerini “musalla taşları” aldı.
Bir gerilla kadına, bu toprakların tahammül edemeyeceği ahlaksızlıklar yapıldı.
“Ölülerinizi hayırla yâd edin” diyen hain ilan edilir oldu, “yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevenler”, artık yaratılanlar arasında kan hesabına başladı.
Ölen benden mi senden mi kutuplaşmasında, her şeye rağmen, bu cephelerde yer almayı reddeden bir grup insan “ölülerini” ayırmadan barışın tarafında kümelenmeye çalışıyor.
Ve tek söyledikleri, derhal parmakların tetikten çekilmesi.
Ölümler durmadan “normalleşebilmek” mümkün değil çünkü.
Efendisini silahlarıyla korumaya çalışan serf ordusu ise savaşın ilk anından beri oy hesabında.
Peki, hangi canın değeridir bir oy ve de hangi mevki daha kutsaldır bir candan?
Ahmet Altan, kısa bir süre önce “muktedirin” önündeki iki aşamayı göstermişti:
“Ya kaybedecek ya da daha kötü kaybedecek.”
Galiba ikincisi tercih edildi.
Her gün taze cenazeler gelir ve birileri için tabutların yanına mikrofon düzenekleri hazırlanırken, “devletlû” kesimi de büyük bir telaşla kreş ve okullara dadanmış vaziyette.
Biri almış eline mezurayı basamak genişliğini, beriki tabelanın boyutunu ölçüyor, bir diğeri milli formadan suç delili arıyor.
İstese kaçabileceği yüz küsur ülke varken “Allah var, gam yok” diyerek evinde polisi bekleyen Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca, tahliye kararına rağmen hâlâ bir esir gibi demir parmaklıkların arasında tutuluyor.
Mehmet Baransu’nun iddianamesi yok.
Hastaneye götürülürken şemsiyeler açılıyor görüntü alınmasına karşılık.
Bu insanları “rejimi değiştirmekle” suçluyorlar bir de.
Ellerinde ikna edici en ufak bir belge olup olmadığını eğer bir gün iddianame yazılırsa öğreneceğiz.
Ama içlerinden biri şuna benzer bir cümleyi, ezkaza mahalle kahvesinde bile söylemiş olsaydı, işte o zaman ne muhbir muhtara ihtiyaç kalırdı ne başka bir şeye.
Mezura değil kelepçelerle tutuklanırdı öğretmenler ve bir “cadı avı” yürütülürdü bundan bin beter.
“İster kabul edin ister etmeyin; Türkiye’de yönetim şekli değişmiştir.”
Türkiye’nin en önemli anayasa hukukçusu Ergun Özbudun ise bu açıklamanın anayasaya aykırı olduğunu ifade etti.
Türkiye’yi Avrupa’da, hem de çok iyi bir şekilde temsil eden Özbudun Hoca da “anayasa profesörü”, Obama’ya acıyan Türk usulü başkanlık heveskârı da…
Kâğıt üstünde Baransu da “gazeteci”, silahlarıyla siyasetçi savunmaya hazır fedailer de…
Türkiye hakları, bir “rüyaya” geçit vermediği için hiç düşünmediği şekilde ölümlerle terbiye edilmeye çalışılıyor.
Tarihin en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu yapanlar, darbe planlarını ortaya çıkaranlar, anadilde eğitim başta olmak üzere haklarını talep edenler, barış isteyenler cezalandırılıyor…
Bu daha ne kadar böyle gidecek belirsiz.
Ama bu gidişatın “sürdürülebilir” olmadığı kesin.
Hiçbir politikacı ve hiçbir parti ölümü kutsayarak koltuğunu koruyamaz.
“Viva la muerte!” diye haykıran takımelbiselilere de, apoletlilere de, kraldan çok kralcılara da, eli silahlılara da dur diyecek bu toplum.
Kan, hiç kimsenin acısını sağaltmayacak.
Sağaltmadığı gibi başka acılarla daha da derinleşecek bu yara.
Kendi ordusunun güzergahını koruyamayan devlet kreşleri basıyor elinde mezuralarıyla.
Özgürlüğü ve barışı isteyenler, artık çok daha kalabalık bir şekilde bunun ayrılmaz bir bütün olduğunu görüyor.
Tek başına kurtuluş yok.
Bir Alevi, cemaat okullarına yapılanlara; bir Kürt, asker ölümlerine, bir Türk, gerilla cenazelerine; başörtülü kız, cemevine ibadethane statüsü verilmemesine; bir Ermeni, çevre katliamına isyan etmedikçe ve samimi bir şekilde “yan yana” gelmedikçe kurtulamayacağız.
Ama Selahattin Demirtaş diye bir adam görüyorum, “ne pahasına olursa olsun” barış demekten asla vazgeçmiyor.
Ve akan kanın bir an önce son bulması için çırpınıyor.
O mu olur başkası mı şimdilik bilemiyorum ama siyaset sahnesi “eski yıldızların vesayetinden” kurtuluyor.
Bu toplum barış istiyor, bu toplum özgürce yaşamak istiyor, bu toplum huzur istiyor.
Bunu kanla alamayacağını da biliyor.
Sandıkta “tekrar” sorulur bunun hesabı.
Ve ertesi gün, barış diyen bizler William Wallace gibi haykıracağız.
“Özgürlük!”

 

 

BİLGEHAN UÇAK

http://jiyan.org/2015/08/21/ya-hep-beraber-ya-hicbirimiz-2/