Tarihin her döneminde, acının, değişimin ve sarsıcı dönüşümlerin ortasında hep bir kadın sesi vardı. Görünmeyen, yazılmayan, ama çoğu zaman bir adanmışlığın ve teslimiyetin sesi… Bu sesin kadim yankısını Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in kurban hadisesinde duyarız. Ama anlatının belki de en az alıntılalanı, Hz. Hacer’in metanetidir. Bir anne, bir eş, bir kul olarak Rabbine teslim olmuş, çocuğuyla birlikte bütün zamanlara örnek bir dirayet bırakmıştı.

Kadının bu teslimiyet ve dirayet çizgisi, tarih boyunca süregelmiştir. Medine’nin sokaklarına nüfuz eden ilk hicret hareketi, Peygamber Efendimizin izniyle ev ev yayılan bir kadın dayanışmasıyla gerçekleşmişti. Ve bugün, o ruhun izdüşümleri Anadolu’nun çilekeş kadınlarında yankılanmaya devam ediyor.

Kimi zaman bir dağa sırtını verip kaybolan bir oğlun geride kalan sesini her hafta Galatasaray Meydanı’na taşıyan Cumartesi Anneleri olur bu kadın. Kimi zaman Berkin Elvan’ın adını taşıyan bir çığlığın ardından sessizce adalet isteyen bir anne…

Zülfü Livaneli’nin Serenad adlı romanında dediği gibi:

“Bu ülkede iktidarlar değişir ama zulüm baki kalır. Bu topraklarda hüküm süren bütün iktidarlar, az ya da çok, zulme bulaşır maalesef.”

Ve en son, 15 Temmuz sonrasında yaşanan büyük asimilatif baskının ortasında hem eşini hem oğlunu kaybetmiş ama teslimiyetini kaybetmemiş bir Anadolu kadını: Fatma Ana.

Fatma Ana’nın hikâyesi, şanstan değil, çileden ve inanca sıkı sıkı tutunmaktan ibaretti. 15 Temmuz’un hemen ardından, emekli öğretmen olan eşi ve kamu görevlisi olan gencecik oğlu tutuklandı. Fatma Ana’ya en büyük darbe ise kendi öz babasından geldi.

Ege’nin küçük bir kasabasındaki baba ocağı, Fatma’yı “teröristin annesi” diyerek kendi evinde taşlatacak kadar gözü dönmüş bir nefretin taşıyıcısı oldu.

Ama Fatma susmadı. Balıkesir Cezaevi’ndeki eşi, Ağrı Cezaevi’ndeki oğlu, Urfa Cezaevi’ndeki damadının ardında bıraktığı kızı ve torunları arasında, binlerce kilometreye rağmen bir sevgi köprüsü, bir dua hattı çekti. Kah cezaevi cezaevi dolaşıyor içerdekiler umut veriyor kah gözüyaşlı torunlarının gönlünü hoş tutuyordu.

Tıpkı Yaşar Kemal’in romanlarındaki suskun ama kararlı Anadolu kadınları gibi… Sesi az, acısı büyük, taşıdığı yük sessiz ama ağırdı. İnce Memed’in anasında olduğu gibi: “Yıkılmaz sanılan her şey yıkılır da, o kadının yüreği dimdik ayakta kalır.” Fatma Ana da kendi dağını sırtladı. Yorgun ayaklarını gecenin sonunda serin bir toprağa bastığında, ayaklarının altında yalnızca yolun değil, sabrın ve sadakatin de izleri vardı.

Oğlu İbrahim, mesleğinin başında, yeni evli, çiçeği burnunda bir kamu çalışanıydı. 15 Temmuz sonrasında tutuklandı, yıllarca hapis yattı. Tahliye olduğunda artık beden değil, bir hatıraya dönüşmüş bir gölge gibiydi İbrahim. Vücudu zayıftı, yıpranmıştı. Ve tam o sıralar COVID’e yakalandı. Bir hastane odasında, yalnız ve yorgun bir şekilde gözlerini hayata kapadı.

Vefat ettiğinde ardında hâlâ doğmayı bekleyen bir bebeği, gencecik bir eş, hapisten yeni çıkmış bir öz baba ve gözyaşları artık içe akan bir anne bıraktı. Fatma Ana’nın dizlerinin bağı çözülmedi, ama kalbinin bir yanı artık her zaman eksikti.

O artık bir mezar taşında değil; hatıralarda, dualarda, yorgun seccadelerde yaşayan bir şehadetin adıydı.

Fatma Analar bu ülkenin gizli sütunlarıdır.

Hazreti Hacer, Safa ile Merve arasında, kucağında susuzluktan inleyen oğlu İsmail ile koştuğu o çaresiz ama iman dolu yedi turla yeryüzünde eşsiz bir iz bıraktı. O çaba, Yaradan katında öyle makbul oldu ki, milyonlarca inananın hac ibadetinin ayrılmaz bir parçasına dönüştü. Hacer’in arayışı aslında sırf suya değil; Yaradan’ın hükmüne teslimiyete, sabra, dayanışmaya ve kadın dirayetine dönüştü.

Bugün de bu topraklarda aynı ruhu taşıyan kadınlar var. Fatma Ana; eşi Balıkesir Cezaevi’nde, oğlu Ağrı Cezaevi’nde, damadı Urfa Cezaevi’nde tutukluyken, Anadolu’nun tam ortasında tıpkı Hacer gibi yol aldı. Umudun, sevginin ve duaların eğildiği o uzun yollarda, ayakkabısının içine sızan toprakta, gözpınarından damlayan su gibi yeniden hayat buldu.

Hz. Hacer’in Safa ile Merve arasında koştuğu umut gibi, Fatma Ana da Anadolu’nun çatlamış yüreğinde su arayan bir teslimiyetle yürüdü. Bu yürüyüş, onun sabırla yoğrulmuş mirasını taşıdı.

Şimdi genç İbrahim, hayatının baharında gözlerini yummuş; ardında çileli mirasını, devasa bir hikâyenin düğüm düğüm örüldüğü bohçalar içinde, daha dünyaya yeni gelmiş oğlunun minik ellerine bırakmıştır. Fatma Ana, bin yılların süzülmüş teslimiyetini bu topraklarda yeniden şekillendirmiştir. Tıpkı kadim Anadolu’nun güzelliklerini nesilden nesile taşıdığı gibi, çekilen zulmü de bir sonraki Nemrutlara karşı aktarılacak bir direniş çağrısına dönüştürmüştür.

Bu, yalnızca bir annenin mücadelesi değildir. Bu, suskunluğun içindeki haykırış, kırgınlığın içindeki vakur duruş, çaresizliğin içindeki sonsuz tevekküldür. Fatma Ana, torununa bu teslimiyetin en sessiz, ama en sarsılmaz halini miras bırakmıştır.

Teslimiyet; göz yummak ya da susmak değil, sevdiğinin ardından dimdik durup inandığından vazgeçmemektir.

Ve bazen, büyük kahramanlıklar yalnızca bir annenin günlerce kilometrelerce yol gidip çocuğuna gülümsemesinde gizlidir.

Yazar: Ferit Kara