Şehitlik gibi kutsal bir kavram her nekadar dinimizde önemli bir yere sahip olsa da, birçok dini değer, kavram ve ifade gibi o da suistimale uğrayabiliyor. Onları istismar etmeyen çoğumuz da bu sefer laubali, üstünkörü ve özünden uzak kullanımlarla bu tür kavramlara zarar veriyoruz.

Mesela en basitinden; ‘Ya Allah!’, ‘Bismillah!’, ‘Allahuekber!’, ‘İnşallah’ gibi ifadelerin toplumumuzdaki lakayd ve özlerinden yoksun şekildeki kullanımları bu kavramların aslen temsil ettikleri derin manaların üzerine laubalilik örtüsü örtüyor. Yıllar önce ABD’de Hristiyan bir papaz ile bir konuşmamı hatırladım şimdi. Kendisi bana Arap ülkelerinde yaşadığını ve dinimize aşina olduğunu söylemişti. ‘’Sizdeki inşallah ifadesi ve temsil ettiği mana çok hoşuma gidiyor; bizim dinimizde bu yok!’ demişti. Şunu da ekledi sözlerine sonra: ‘’Ama hangi Müslümanla karşılaştıysam inşallah dediklerinde aslında o işi yapmak gibi bir niyetleri olmadığını, karşısındakini geçiştirmek adına o şekilde söylediklerini anlamam uzun sürmedi.’’ Belki Müslümanların çoğu o niyetle kullanmıyorlar o ifadeyi; ancak kullanımda ve uygulamada sergilenen birtakım samimiyetsizlikler ve ifadenin özüne zarar verici bir kısım sadakatsizlikler o papaza öyle düşündürtmüş olmalıydı. Haksız da sayılmazdı!

Tıpkı bunlar gibi, biz Müslümanların ve tesis ettiğimiz devletlerin şehitlik kavramına bakış açılarını da belirli yönleriyle kusurlu bulmuşumdur hep. Sanki şehitlik kavramını, Allah (c.c.) için fedakarlıktan; vatan için, dava için feda etme noktasına indirgiyoruz gibime geliyor… Oysa şehitlik, Allah’ın rızasını kazanma uğruna yaptığımız bazı fedakarlıkların O’nun tarafından muhatap alınması ve onlara lütfu ve rahmetiyle bir değer atfedip onu bize bir hediye gibi sunması sayesinde elde edilir.

Uğruna öldüğümüz dava veya vatan, yani eylem, O’nun rızası, lütfu, iradesi ve hikmeti istikametinde bir değer ifade ediyor ve kabul görüyorsa şayet şehitlik ünvanını kazandırır bizlere. O da ancak Allah rızasına kilitlenmiş sağlam bir irade, o rızadan beslenen saf bir niyet ve o yolda çekilecek sıkıntılara karşı da derin bir sabır ve sadakat taşınarak elde edilebilir. Böyle bir lütfun doğası gereği de, insanların belirli şekillerde ölen insanlar için hemen şehitlik etiketini kullanmaları sorunlu olabilir.

Elbette bu kullanımların bir kısmı Kur’an’da geçen bazı ifadelere dayanılarak yapılıyor. Belki kullananı mesul bile yapmayabilir o sözler. Benim dikkat çekmek istediğim husus; bu ve benzeri kavramların kullanımlarında daha takva yörüngeli ve temkinli hareket etmek gerektiğine dair bir tavsiye sadece. Yani, her ne kadar Kur’an’da belli işaretler olsa da, direk olarak ‘şehit oldu’ demek yerine ‘inşallah Allah şehitlik makamı nasib eder!’ diyerek bunu bir temenni, bir dua şeklinde Allah’ın iradesine, yani gerçek sahibine yöneltmeli ve O’nun rahimiyetinden, lütfundan, kereminden talepkar olunarak gerçek bir kul-Rab ilişkisi çizgisinde hareket edilmeli…

Bu yazıda ele aldığım bu mesele bazılarınıza çok küçük ve önemsiz bir konu gibi gelebilir. Oysa bazı küçük belirtilerin ve semptomların aslında daha büyük hastalıkların göstergeleri olduğunu da unutmayın. Kendi öz kavramlarına lakayd kalabilen bir topluluk belli değerlerin özünden kopuş yaşıyor olabilir. Koptukça da artık daha çok folklorik kavrayışların ve şekli uygulamaların kurbanı olabilirler. Bugün Müslümanların içinde yaşadıkları boşluk bunun önemli bir göstergesidir.

Şehitlik kavramı ile birlikte el ele anılan kavramlardan olan cihad kavramına bakın mesela. Yabancıların cihad kavramını Müslümanlar aleyhine bir algı aracı olarak kullandıklarını çok dile getiririz de, o kavramı asıl Müslümanların kirlettiklerini pek seslendirmeyiz. Bu bağlamda Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, ‘’Müslüman terörist olamaz, terörist de Müslüman olamaz!’’ sözü daha önemli bir hale gelmektedir.

Bugün bazı art niyetli ve fırsatçı çevreler, bir kısım insanların ve grupların fakirliklerinden, çaresizliklerinden, eğitimsizliklerinden, korkularından ve ruhsal birtakım boşluklarından yararlanmak suretiyle onlara içi boş ümitler, sahte kahramanlıklar, cennetler, huriler, zaferler ve hilafetler vaad ederek onları kandırıyorlar. Bunu da ‘cihad’ aromalı şehitlik haplarıyla uyuşturulmuş beyinlere cesaret aşılamak suretiyle başarıyorlar.

Bunu günümüzde; sağda solda bilinçsizce kendini patlatan veya silahlı eylem yapan talihsiz insanların acı akıbetlerinde ve siyasilerin gazına gelerek ‘şehitlik’ aramak için yanlış yöntemler peşinde koşarken öldürülenlerin kaderlerinde hep bunun izlerini görüyoruz. Bunlardan birinci gruptakilerin Müslüman bile kalamayacağı üzüntüsüyle titrerken, ikincilerinse, yine siyasi propagandalar ve kazanımlar uğruna, hemen ‘şehit’ olarak lanse edilmelerine temkinle yaklaşıyoruz; nihai kararı siyasilerin aceleci fırsatçılıklarından ziyade, Rabbimizin rahmetine havale ediyoruz!

20. yüzyılın başlarında yaşamış olan Amerikalı düşünür Hoffer, kitle hareketlerine katılan insanların motivasyonlarını analiz eden çalışmasında onların sadece taşıdıkları fikirlerle (ideolojilerle) değil bazı temel psikolojik ihtiyaçlarını da temin etmek maksadıyla bu hareketlere katıldıklarını irdeler. Ben buna daha çok hamasi hareketleri dahil ediyorum. Bunu biraz daha genişleterek konumuza bağlarsak, bizler de biliyoruz ki, bugün ‘cihat’ ve ‘şehitlik’ uğruna kandırılan birçok insan, az önce de özetlediğim gibi, hem maddi birtakım mağduriyetlerden hem de bazı ruhsal ve iradi boşluklarından ve ümitsizliklerinden yakalanarak motive edilip yönlendiriliyorlar.

Öyle bir fitne döneminde yaşıyoruz ki, doğru ile eğriyi birbirinden ayırt etmek, meselelere basiretle bakabilmek, gerçek niyetleri okuyabilmek artık çok zorlaşmış durumda. Dine, kutsala, topluma, vatana dair ne tür değer varsa neredeyse hepsi siyasi odaklar ve çıkar grupları tarafından suistimal ediliyorlar. Bundan en çok da yüce dinimize ait kavramlar nasibini alıyorlar. Maalesef, kendilerine İslamcı diyen birçok kişi de bu konuda şeytanlara bile taş çıkartacak marifetler ve refleksler geliştirmiş durumdalar.

Yolsuzluklar yapıp, insanların hakkına giren, birilerine zulm eden bir ‘Müslüman’ bir kazada veya askerde nöbette veyahutta toplumun ‘şehit olursun’ dediği bir eylem üzerinde iken öldü diye hemen ‘şehit oldu’ mu diyeceksiniz? Tersinden de bakalım: Bir hadiste Efendimiz, “Kim samimi bir şekilde şehitliği istese, yatağında ölse bile Allah onu şehitler menziline ulaştırır” der. Yani yukarıda ifade ettiğim şekliyle, kimin o makama nail olacağı bizce belirsizdir. Şehitlik ancak, bu yazıda resmetmeye çalıştığım irade, sabır ve niyet neticesinde sadece Allah tarafından bahşedilebilecek bir lütuftur. Demek ki, hiç bir ölüm karşısında kendi fikir ve hissiyatımızı Allah’ın iradesi önüne koymamalı; kesin bir dille ne ‘şehit oldu’ demeli, ne de ‘şehitlikle ne alakası var’ benzeri hükümler vermeliyiz…

Uhud savaşındaki kahramanlıkları karşısında insanların, hakkında; ‘ölürse şehit, kalırsa gazi’ dedikleri Kuzman, ‘’Ne şehitliği! Ben kavmimin şerefi adına savaşıyorum!’ diyerek aslında bu yazıda anlatmaya çalıştığım hakikatın resmedildiği tabloya elindeki kılıç ile bir boya çalıyor adeta..

O yüzden şehit değil demek de, oldu demek de mahsurlu gibi görünüyor bana. En azından ben, Rabbimizin iradesine olan saygıyı ön plana çıkararak imtina ediyorum böyle kesin hükümler vermekten ve iyi insanların o tarz ölümleri karşısında ‘inşallah nasib olmuştur’ diyerek bir dua, bir temenni ile meseleye yaklaşıp, nihai kararı Rabbimizin iradesine havale ediyorum. Kanaatimce de bu yaklaşım ve hassasiyet Rabbimize karşı duyduğumuz kulluk bilincine daha uygun olan bir davranış biçimi ve bir kulluk ahlakıdır.

Şehitlik konusunda kısaca değinilecek bir başka husus da, bu kavramın devlet düzeyinde ele alınış şeklidir. Bazı devletler ki bugün kendilerini ‘İslam Devleti’ olarak tanımlayan rejimler de bu kategoridedirler, kendilerine bir nevi kutsallık ve ‘dine hizmet’ kimliği biçtikleri için vazife başında ölen bazı fertlerine şehitlik payesi vermektedirler. Bu çoğunlukla aslında bir kategorize yöntemidir. O insanların ailelerinin mağdur olmaması adına bir sistem lazımdır ve şehitlik kavramı bu vazifeyi görmektedir. Normal işleyen devletlerde bu normal bir tavır olabilir, ancak bu kavramı suistimal eden devlet rejimlerinde durum irdelenmeye muhtaçtır.

Türkiye gibi laik bir toplumda devlet kendisine bu tarz bir ‘dine hizmet’ rolü biçemezse de ‘devletin kutsallığı’ meselesi yakamızdan hiç düşmeyen bir yanlış olarak kalmıştır. Bu kavram her nedense din-devlet ayrımı gibi bir bakış açısı kapsamından çıkarılmış ve istisna tutulmuş bir olgu gibidir; çünkü askeri motivasyonları çok ön planda olan bir rejimin temeli olan bir ordunun halk ile bağını sağlamlaştıran güçlü bir araçtır. Bu olmamalı demiyorum, sadece laiklik ilkesine taparcasına bağlı bir rejimin bu konudaki samimiyetsizliğine işaret ediyorum. Kısaca, laik bir devlet şehitlik kavramını kullanarak zemin oluşturamaz, ama fert bazında Müslümanlar vatanlarını korumak adına şehitlik arzusu ve niyeti taşıyabilirler. Demokratik bir devlet de buna saygı duyabilir ve onure edebilir.

Aslında Türkiye’de geçerli bu konunun da sosyo-psikolojik-politik yönden incelenmesi gerekmektedir. Bugün Ergenekon gibi suç örgütü haline gelmiş bir oluşum adına cinayet işleyen bazı insanları dinlediğinizde onların da hep ‘’devletim için yaptım!’’ dediklerini görürsünüz. Bu insanlar da öldüklerinde devlet tarafından şehit muamelesi görmektedirler. PKK bile bu kavramı suistimal etmekte, Kürt kardeşlerimizin çoğunluğunun İslami hassasiyetleri güçlü olduğundan, kendi militanları için şehitlik etiketini kullanmaktadır. Bu suistimali kelimenin lafzından ziyade manevi karşılığına atıfta bulunmak suretiyle yapmaktadır. Liberal demokratlarımızın bile gösteride ölen bir sevenleri için ‘demokrasi şehidi’ tabirini rahatlıkla kullanabilmeleri toplumca bu kavramı nasıl dünyevileştirdiğimizin ayrı bir göstergesidir.

Şimdilik burada bırakıyorum.

Tüm yazılar için blog: http://akliselim.blogspot.com veya http://www.yeniyon.tv/author/ugur-tezcan/

Twitter: https://twitter.com/ugur_tezcan

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...