Çinliler rahat ve huzur yüzü görmesini istemedikleri hasımları için “ilginç zamanlarda yaşayasın” diye beddua edermiş. Tarihin derinliklerine inildiğinde Türklerle ilgili hoş sayılabilecek pek bir hatıraları olmayan Çinliler, acaba Türkiye için de böyle bir beddua etmiş olabilirler mi? Doğrusu bilemiyorum. Ama şundan eminim ki, Çinliler bu bedduayla hasım gördüklerine dair ne murat ediyorlarsa Türkiye son yıllarda tam da onu yaşıyor.

Yaşananlara şöyle bir baktığımızda bu ülkede artık ne aklın, ne de üzerinde mutabık olunan herhangi bir değer ölçüsünün kalmadığını içimiz yanarak görebiliyoruz. Şayet birileri dış politikadan ekonomiye, iç politikadan yargıya kadar her nereye baksalar kesif bir akıl tutulmasından kaba izleri hala göremiyorsa, bu kişilerin ilk önce kendilerinin ciddi bir akıl tutulmasına maruz kalmış olduklarından şüphe duyabilirsiniz.

Gerilim, kutuplaştırma, parçalama, çatıştırma gibi yöntemlerle bütün iktidar gücünü ve araçlarını tek bir kişinin elinde toplamak amacıyla girişilen şeytani siyaset, arzulanan sonuçları üretmekte ne yazık ki hep işe yaradı. Bu açıdan bakılırsa ortada inkar edilmesi güç bir başarı söz konusu. Doğruya doğru, kişiliğinde ve söylemlerinde müşahhaslaşan bu yıkıcı ve parçalayıcı siyaset paradoksal bir şekilde Erdoğan’ın arzu ettiği siyasi güç temerküzünü fazlasıyla temin etti. Ama pirus zaferi niteliğindeki bu başarının hem ülkeye, hem de bölgeye bedeli çok ağır oldu. Geride bir arada tutulması neredeyse imkansız olan ve tamiri nesiller gerektirecek bir sosyo-politik enkaz bıraktı. İçinde bulunduğu bölgede yaşanan krizlerin ve çatışmaların çözümünde Türkiye’nin hep gurur duyduğu yapıcı rol ise sadece geçmişten tatlı bir hatıra olarak kaldı.

Öyle ki, çok boyutlu eleştirel düşüncenin ve çok ince hesaplara dayalı stratejik aklın en etkin olması gereken dış politikamız son birkaç yıldır tam bir tutarsızlıklar manzumesi haline geldi. Kişisel ihtiraslarla gündelik şekillendiğinden bir hayali dünyadaymış gibi gerçeklikten kopuk bir izlenim veren dış siyasetimiz yüzünden ülkemiz, birbirine karşı değerler ve çıkarlar ekseninde şekillenen rakip eksenler arasında kimliğini ve aidiyet duygusunu yitirmiş cehennemi bir uçurumun kenarına gelip dayandı.

Özellikle son 5 yılda izlenen dış politikaya baktığımızda Türkiye’yi yöneten bir aklın sahiden var olup olmadığından şüphe etmemek için tüm akli melekelerimizi zayi etmiş olmamız şart sanırım. Hakikaten de Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin yönetiminde izlenen dış politikamız esas alındığında ne olduğu, kim olduğu, nereye ait olduğu anlaşılamayan, kimliği belirsiz bir Türkiye ile karşı karşıya kalırız. Şayet ikilinin ta en başından itibaren amaçladığı böyle bir Türkiye’ye varmak idiyse, hakikaten kendilerini tebrik etmek gerekiyor. Bugün Türkiye’yi nerede durduğu ve ne yaptığı tam belli olmayan, daha kötüsü yarın nerede duracağı ve ne yapacağı kestirilemeyen kimliksiz, ilkesiz, kaidesiz, aidiyetsiz ve öngörülemez bir ülke haline getirmeyi başardılar.

Şimdi iç geçirerek hatırlanacağı gibi Türkiye 2010 sonrası döneme Avrupa Birliği (AB) norm ve standartları ile yoluna devam eden bir ülke olarak girmişti. Bu rotada ilerlemek üzere kaleme aldığı binlerce sayfalık Ulusal Programı ile gerçek bir özgürlükçü, çoğulcu, şeffaf, hesap verebilir bir demokratik hukuk devletine ulaşmak için yapması gereken ev ödevlerinin de son derece farkındaydı. Bölgedeki bütün halklara ilham veren başarılarını ve bu başarıları taçlandıracak demokratik hedeflerini Arap isyanlarının oluşturduğu şartlarda diğer bölge ülkelerine taşıma imkanlarına da erişmişti. Bunları gerçekleştirmek için sadece dış politik şartlar değil, iç politik şartlar da son derece elverişliydi.

Ne yazık ki, bu uygun şartları hem Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olması yönünde, hem de bölgenin hayrına kullanmak yerine Erdoğan-Davutoğlu ikilisi bambaşka bir rotaya saptı. Daha kamil bir demokrasi yönünde ilerlemektense siyasal İslamcı köklerine keskin bir dönüş yaptılar ve dünya realitesinden kopuk “Yeni Osmanlıcı” rüyaların peşine düştüler. Bu tercihin hemen akabinde Ortadoğu halklarına demokrasi, barış, refah ve özgürlük ilhamları veren o mucizevi Türkiye hızla kayboluverdi. Yerini ise çocuksu emperyal heveslerle “büyük güç” havasına bürünerek Ortadoğu’da hakimiyet peşinde koşan amorf bir siyasetin ihtiraslarıyla kör ettiği bir Türkiye aldı. Artık demokrasi, özgürlük, hukuk ve insanca yönetim ve katılımcı yönetişim ideallerinin tamamı rafa kalkmış, geriye ise ne pahasına olursa olsun ulaşılmak istenen tek bir ideal kalmıştı: Daha fazla güç.

Azgın bir iştihayla hedefe konan “daha fazla gücü” sağlayacak hiçbir şeyden çekinilmedi. AB’ye üyelik hedefinin gerekleri ile “daha fazla güç” ideali doğal olarak çeliştiğinde AB reform sürecinden anında vazgeçildi. Demokrasilerin ve liberal piyasa ekonomilerinin bir savunma örgütü olarak kurulan ve kuruluşundan itibaren Türkiye’nin üye olduğu NATO’nun sistemi, değerleri ve ilkeleriyle çelişen arayışlara girilmekten de geri durulmadı. Bir dönem hezeyan o kadar ileri boyutlara vardı ki NATO’dan ayrılma tehditleri dahi havalarda uçuştu. Çin’den füze savunma sistemleri alma blöfüne bile tenezzül edildi. İş daha da ileri götürüldü ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne üyelik için Rusya lideri Vladimir Putin’e yalvarmalara kadar vardırıldı.

Erdoğan-Davutoğlu ikilisi için AB ve NATO artık iç siyasette enine boyuna istismar edebilecekleri bir siyaset objesine dönüşmüştü. Kendilerini aşırı güç ilüzyonuna kaptıran ikili tabanlarını coşturacak temelsiz böbürlenmelerle AB ve NATO’yu sürekli tahkir eder, aşağılar hale gelmişlerdi. Öte yandan, temel insani hassasiyetlerin yanı sıra uluslararası hukuk, normlar ve teamüller hiçe sayılarak Ortadoğu’daki radikal terör örgütleriyle netameli ilişkilere ve tehlikeli maceralera girildi.

İzlenen tutarsız politikalara rağmen gerçekleri çarpıtmaya dayalı aşırı özgüvenli hamasetle ve iktidara iliştirilmiş güçlü olduğu kadar ilkesiz medya üzerinden yürütülen başarılı algı yönetimiyle aldatılan kitlelerin Türkiye’yi dünya siyasetinin merkezi, Erdoğan-Davutoğlu ikilisini ise bu ülkeyi yeniden Osmanlı’nın şaşaalı dönemlerindeki gücüne döndürecek kahramanlar sanmaları kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Zaten süreç içerisinde ordunun rolü sınırlamış, sivil toplum sivil olmaktan çıkarılıp iktidara bağlı hale getirilmiş, medya üzerinde tam bir hakimiyet kurulmuş, bağımsız ve tarafsız yargı tamamen yok edilmiş, hiçbir ahlak kuralı ve ilke tanımayan algı yönetiminde tarihte eşine az rastlanır bir performansa erişilmiş ve tüm muhalif kesimler susturulmuştu.

Halk desteğinin zirvede olduğu, eleştirinin ve denetimin sıfırlandığı bir ortamda yüz yılların tecrübelerine dayalı kurumsal akla, gücünü çoğulculuğundan alan entelektüel birikime veya ülkenin yaşayan ortak aklına da artık ihtiyaçları kalmamıştı. Dış politikada olduğu kadar iç politikada da akıldan ziyade keyiflerine ve ihtiraslarına göre yol almaya başladılar. Bu şekilde yol aldıkça hem kendilerini, hem de ülkeyi batırdılar. Batırdıkça telaşa kapıldılar. Bu telaşla doğru ile yanlışı ayrıt etmeye yarayacak tüm değer ölçülerini ve ölçütlerini tarumar ettiler. Mesela yargıya şöyle bir bakanlar, artık ince eleyip sık dokuyarak kimin haklı kimin haksız, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu ayırt edecek hassas tartan bir adalet terazisi yerine sırf muhalif görüldükleri için hedefe konulanların başını ezen bir balyoz görür oldu. Millete hizmet etmesi gereken polisin nasıl partizan milislere dönüştürüldüğüne ise herkes şahitlik etti.

Demokratik ilkeler ve adalet çerçevesinde hemen çözmek yerine asırlık Kürt sorunu terör örgütü PKK’ya indirgendi. Daha fazla güce erişmek için taraf haline getirilerek meşrulaştırılan PKK ile içeriği kamuoyundan saklanan kirli pazarlıklara girişildi. Kirli pazarlıkların tıkandığı noktada ise yeniden bütün ülkeyi içine çekebilecek kirli ve kanlı bir  savaşa start verildi. Ve istendi ki, dün yanlış amaçlarla yola çıkılan ve kirli pazarlıklara dayalı yanlış yöntemlerle sürdürülen “Çözüm Süreci” gibi bu kirli savaşa da herkes destek olsun. En makul eleştirileri, en insani kaygıları olanlar bile hemen iktidarın hizasına gelsin, sussun, sinsin, yılsın.

Ve böylece, maalesef, Türkiye bir kere vardığında hiçbir ülkenin varlığını devam ettiremeyeceği o berbat noktaya varmış oldu. Bir toplumu millet ve medeni dünyanın bir parçası yapan tüm milli, manevi, demokratik ve hukuki değerlerin içi boşaltıldı, değersizleştirildi. Ülke izanını kaybettikçe insanların referans alabileceği hakiki mizanlardan de eser kalmadı. Bugün üzerine samimiyetsiz hamasetin ve siyaseten istismarın bolca yapıldığı yaşam hakkından, gerçek demokrasiden, hak ve özgürlüklerden, denetimden, şeffaflıktan ve adaletten samimi olarak bahsetmek bile ihanetle eş tutulur hale geldi.

Türkiye izanını da, mizanını da öylesine bir kaybetti ki bebekleri, çocukları, yaşlı kadınları öldürenler kahraman ilan edilir, “çocuklar ölmesin” diyenler ise ihanetle suçlanıp ve yargılanır hale geldi. Çinlilerin bedduası Türkiye için sanırım gerçek oldu. Hakikaten çok ilginç zamanlarda yaşıyoruz.

 

Bülent KENEŞ

Kaynak: http://bulentkenes34.blogspot.com/2016/01/ne-izan-kald-ne-de-mizan.html?m=1

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...