Dikkat ederseniz, hükümet, bir günden diğerine politika değiştirdi; amigoları da aynı gün, bir başka istikamete savruldu.
Akademisyenler dilekçesini, “bölücülük” ve “PKK’ya destek” olarak değerlendiriyorlar. PKK, terör eylemi yapmasa, hendek kazmasa, asker müdahale eder miymiş!
Ama her eyleme bir kılıf bulabilirsiniz. Bugün, 1915’te gerçekleştirilen Ermeni tehcirinin vahim sonuçlarını görüyor ve “soykırım” denilmese bile hepimiz, katliama yol açtığını kabul ediyoruz. Tehcirin de haklı sebepleri vardı. Türkiye-Rusya savaşında, bölge Ermenilerinin bir bölümü düşman kuvvetlerine katılmıştı. Ermeni çeteleri, suikastlar tertip ediyor, cana kıyıyordu. Ama Osmanlı Devleti, ölçülülük ilkesine uymadı. Aldığı tedbirlerle birçok masum Ermeni’nin ölümüne sebebiyet verdi.
Gelelim Dersim’e… Orada da bir isyan hareketi mevcuttu. Üstelik, Türkiye Cumhuriyeti henüz yeni kurulmuştu. Bölünme, parçalanma tehdidine karşı son derece duyarlıydı. Fakat kentin havadan bombalanması talimatı verildi. Bugün, bu yüzden “Dersim katliamından ve devlet teröründen” söz ediliyor. Hatta bizzat, orada görev alanların itirafları mevcut.
Muhsin Batur, Dersim üzerinde yaklaşık iki ay görev yapmıştı. Hatıralarında okurlarından özür dileyerek, hayatının o bölümünü yazmayacağını açıkladı. Sabiha Gökçen ise, 1956 yılında Halit Kıvanç’a verdiği bir röportajda, “Canlı ne görürseniz ateş edin emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk” demişti.
Bugün artık, Ermeni tehcirini de Dersim’i de kimse savunmuyor.
HENDEK MESELESİ
Elbette devlet, kurtarılmış bölgelere seyirci kalmaz; kalamaz. Ama, sivil halka zarar verecek şekilde kent merkezlerinde böyle bir mücadele de yürütülemez. Onlarca şehit veriyoruz… Daha yüzlerce şehit versek, bu sorun sadece güvenlik tedbirleriyle çözülemez. 30 yıldır hâlâ bunu görmediniz mi? Hendekleri kapatıyorsunuz yenileri açılıyor. Üstelik, iyice kutuplaşıyoruz; kin ve nefret derinleşiyor. Yaşanan travmalar, duygusal kopuşlar yaratıyor.
Ülkeyi bölmek isteyenler ancak böyle davranır. Şiddet kullanmaya devam edersek, birlikte yaşamayı iyice imkânsız hale getiririz. Er geç yeniden masaya oturulacak ve herkes özeleştiri yapma lüzumunu hissedecek. O zaman, denilecek ki:
“Öcalan’la, gizlice Başkanlık pazarlığı yürütülüyordu. Selahattin Demirtaş, ‘Seni Başkan yaptırmayacağız’ dedi; AK Parti barış sürecini sonlandırdı. Barış ile sivil siyasetin önü açılıyor, HDP güç kazanıyordu. Fakat onun güç kazanması, AK Parti’nin tek başına iktidarına karşı bir tehditti. Erdoğan’ın tek başına Türk usulü Başkanlığı’na Demirtaş yanaşmadığı için, film koptu. Şaibeli bir şekilde 2 polis ensesinden kurşunlandı. Misilleme olarak Kandil bombalandı. Kalıcı bir barışın temelleri atılırken, ani bir U dönüşüyle, ateşkes sona erdirildi. Terörden oy devşirildi. Yüzlerce kişi hayatını kaybetti ama AK Parti tek başına iktidar oldu.”
Şimdi bu yazdıklarımın ışığında, Akademisyenler bildirisini yeniden okuyunuz; empati yapınız. Sadece AKSaray’ın sesini değil, biraz vicdanınızın sesini dinleyiniz.
Saray amigoluğu ülkeyi felâkete sürüklüyor.
ÖZERKLİK, BÖLÜCÜLÜK DEĞİLDİR
HDP, özerklik isteyince, “Vay bölücüler” diye üzerine yürüdüler. Oysa AK Parti iktidara gelir gelmez, bir yerelleşme reformu yapmak üzere kolları sıvamış, bu hususta Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’i görevlendirmişti. Dinçer’in, düzenlemeleri parlamentodan geçti ve yasa haline geldi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, “İdarenin bütünlüğü temel ilkesi bozuluyor. Bu düzenleme tekil devlet modeline karşı”gerekçesiyle, Kamu Yönetim Yasası’nın 14’ü asıl, 8’i geçici olmak suretiyle toplam 22 maddesini veto etti.
Şimdi Ahmet Necdet Sezer zihniyetinin hortlatıldığını görüyoruz. Oysa dünya yerelleşmeye doğru gidiyor. Avrupa Konseyi tarafından 1985’te kabul edilip, 1988’de yürürlüğe konulan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı Türkiye imzalamıştı ama birçok maddesine çekince koymuştu.
Bu çekinceler arasında, “Yerel makamları doğrudan ilgilendiren planlama ve karar süreçlerinde kendilerine danışılması”, “Yerel yönetimlerin iç örgütlenmelerinin kendilerince belirlenmesi”, “Vesayet denetimine, ancak vesayetle korunmak istenen yararlarla orantılı olması durumunda izin verilmesi”, “Yerel yönetimlere kaynak sağlanmasında, hizmet maliyetlerindeki artışların mümkün olduğunca hesaba katılması”, “Yeniden dağıtılacak mali kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda yerel yönetimlere önceden danışılması” gibi hükümler var.
Barış müzakereleri devam ederken, bu çekincelerin kaldırılması söz konusuydu. Böylece, uzlaşmaya doğru önemli bir adım atılacaktı. Her şey unutuldu.
FRANSA ÖRNEĞİ
Türkiye’nin idari yapılanmasına örnek teşkil eden Fransa, yerelleşme istikametinde önemli gelişmeler kaydetti. Meselâ Anayasası’nın 1’inci maddesinden “Üniter devlet” ibaresini çıkardı; yerelleşmeyi esas aldı. 1’inci maddeye, “Devletin teşkilâtı, adem-i merkeziyet esasına göredir” hükmü ilâve edildi. Fransız Anayasası’nın 1’inci maddesi şöyle oldu: “Fransa, laik, demokratik, sosyal ve bölünmez bütünlüğe sahip bir cumhuriyettir. Bütün yurttaşların köken, ırk ya da din ayırımı gözetmeksizin yasa önünde eşitliğini sağlar. Bütün inançlara saygılıdır. Teşkilâtı, adem-i merkeziyet esasına göredir.”
Yeni bir anayasanın konuşulduğu günümüzde, “İlk 4 maddeye dokundurtmam” tepkisini de anlamsız buluyorum. Pekâlâ, Fransız Anayasası’nın 1’inci maddesine benzeyen bir hüküm getirilebilir. Bunun ülkemize zararı değil, sadece faydası olur.
Anayasa Uyum Komisyonu oluşturulacak. Bir parti “Kırmızı çizgilerimiz ilk 4 madde” diyor. Bir diğeri, HDP’nin özerklik teklifi getiremeyeceğini belirtiyor… Tekrar hatırlatayım: Özerklik, bölücülük değildir.Anayasa Komisyonu’nda “federasyon” da tartışılabilir.
Neticede “Milletin temsilcileri, devletin yeniden teşkilatlanması için bir takım teklifler ortaya atıyor”dersiniz, müzakere edip, kabul etmeyebilirsiniz. Ne federasyon ne de özerklik önerisi, “Türkiye bölünsün”anlamına gelmez. Türkiye’yi bölünme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan olay, Güneydoğumuzdaki iç savaştır.