Türkiye Genç İşadamları Konfederasyonu’nun (TÜGİK)  toplantısında Tayyip Erdoğan konuşuyor: “Dönen dönsün, ben dönmem yolumdan” diyor.
Buna inanıyor; inandırabiliyor.
One minute’ten dönmüş…
AB yolundan dönmüş…
Barış sürecinden dönmüş…
Dün hayranlıkla kucakladığı Fethullah Gülen’e, bugün “Haşhaşi” derken, düşman bellediği Doğu Perinçek’in koluna girmiş… Ergenekon davasının savcısıyken,
Ergenekoncuların avukatlığını benimsemiş…
Keyfilik, zulüm, israf, debdebe diz boyu…
Adaletten, hukuktan yüz çevirmiş…
Ama “Dönen dönsün, ben dönmem yolumdan” diyebiliyor. Hâlâ kendine inanan insanlar bulabiliyor.
Başbakan ise, “Türkiye demokrasinin zirvesini yaşayan bir ülke” diye konuşabiliyor.
Acaba sizler, “Alice Harikalar Diyarında” mısınız? Şaka mısınız? Yoksa şaka mı yapıyorsunuz?

GÜLEN’E ŞİİR (!)
Yandaş kavgalar kirli çamaşırları ortaya çıkarıyor. Daha doğrusu, temiz ve saf hislerin, menfaat duygusuyla nasıl zaman içinde karardığını ortaya koyuyor.
Bugün, Fethullah Gülen’e demediğini bırakmayan bir kalem, Hilal Kaplan, meğer daha önce onu metheden bir şiir yazmış. Tabii şiir demeye bin şahit ister! Şiir dediğiniz “Esti yağmur, çaktı şimşek, sen de mi şair oldun…” denilecek cinsten. Biraz yüzünüz gülsün diye Vahdet gazetesi yazarı Kerime Yıldız’a teşekkür ederek sütunuma alıyorum. Bu “şiiri” Hilal Kaplan 5 Mayıs 2010’da yazmış: “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin. Gülen de görse bu güneşi, Ahmet (Kaya) Abi de, Nâzım da. Hrant Abi de salınsa dağlarında özgürce. Rakel ve Gülten (Kaya) Abla artık huzur bulsa.”

Muhtemelen o günkü duygularında samimiydi. Sonra konjonktüre uydu. Gazeteciliği, rüzgâra göre yelken açmak sandı. Vahdet gazetesinden Kerime Yıldız, onu, “sosyeteye sunulan kız” diye tanımlıyor. Nitekim Taraf gazetesinde, Emile Zola diye adlandırdığı Ahmet Altan’ın çizgisinde, özgürlük, insan hakları ve adalet şakıyordu. Sonradan “Troliçe” olmaya karar verdi. Herhalde troliçeliği, ‘Kraliçe’lik gibi bir asalet unvanı sandı. Ahmet Altan çizgisinde kalsaydı, Babıâli’de tutunabilirdi.
Ama maalesef yanlış mihmandar seçti.
YENİ ŞAFAK FARKI

Yeni Şafak ve Yeni Akit gazetelerine saldırı düzenlendi. Şiddetle kınanacak bir olay.
Bunun arkasında kim var? İktidar bulup, çıkarmalı. Daha önce, İstanbul’da peş peşe kahvehaneler de tarandı. Belli ki birileri, ülkeyi daha da karıştırmak istiyor.
Yalnız bu arada, Yeni Şafak ve Akit farkının altını çizmek isterim. Her şeye rağmen Yeni Şafak, kimliğini muhafaza etmeye gayret ediyor. Ne de olsa, 28 Şubat sürecinde Albayraklar’ın verdiği onurlu bir mücadele ve ödenen bir bedel var. Bugün, “yandaş” konumda, yalan yanlış haberler üretiyor ve keyfi gidişe ses çıkarmıyorlarsa da, mazideki duruşlarının hatırına, bu gazeteye daha büyük bir hoşgörüyle bakıyorum. Ve bir gün, özeleştiri yaparak, doğru bir çizgiyi benimseyeceklerine inanmak istiyorum.
PARTİ Mİ, MEMLEKET Mİ?

Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan’dan sonra, Bülent Arınç’ın evinde, Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin ve Nihat Ergün’le buluştu.
Bu ne anlama geliyor? Gül, onlara, Tayyip Erdoğan’ın “Sâkin olun; AK Parti’yi yıpratmayın” mesajını mı iletti? Yoksa, yeni bir harekete start verilmesi mi kararlaştırıldı?
Abdullah Gül’ün, ülkenin uçuruma sürüklenmekte olduğu, bölünebileceği, savaşın eşiğine geldiği, adaletsizlik ve keyfiliğin demokratik sistemde büyük yaralar açtığı kanaatini taşıdığını biliyorum. Buna rağmen, hâlâ uygun bir konjonktür bekliyor. Bu yüzden, Bülent Arınç’ın evindeki toplantıya katılanlara, muhtemelen “sükûnet” tavsiyesi etmiştir. Onları frenlemeye çalışmıştır.
Tayyip Erdoğan’a ise, durumun vahametini yansıtan ağırlıkta sözler söylemediğini düşünüyorum. Zaten söylese de, Erdoğan, yolundan dönecek gibi değil.
Keşke Arınç, Çelik, Ergin ve Ergün bir hareket başlatabilseler. Belli ki, vaziyetin farkındalar. Gül, onlara, “Aynı gemideyiz; parti içi kavganın sırası değil” demiş olsa bile, “Memleket partiden önemli” cevabını vermeliydiler.
Unutmayalım ki, zulme seyirci kalmak, bir şey yapabilecekken harekete geçmemek, zulme ortak olmak demektir.

HÂKİMLER YARGILANIYOR

29. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi Metin Özçelik ile 32. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi Mustafa Başer, Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nde yargılanıyor. Suçları, darbe isnadı ve terör örgütü üyeliğiyle karşı karşıya kalan Hidayet Karaca ve polisler hakkında tahliye kararı vermek.
Tahliye kararı, hukuka aykırı bile olsa, yargı mensupları, bundan dolayı tutuklanıp, cezaevine konulamazlar. Hâkimler ve Savcılar Kanunu’na göre, ağır cezalık suçüstü halleri dışında hâkimlerin aranması, yakalanması ve sorguya çekilmesi yasaklanmıştır. Bu kurala uyulmadığı gibi, hâkimlerin tutuklanmasını gerektiren hallerde, “En yakın ağır ceza mahkemesinin yetkili olduğu” hususu da gözardı edilmiştir. Hâkimlerin Bakırköy Nöbetçi Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edilmesi gerekirken, özel dizayn edilmiş Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi devreye sokulmuştur. Oysa bu mahkeme, hazırlık aşamasında görevli değildir. Görevi, kovuşturma, yani yargılama aşamasında başlamaktadır.

Kaldı ki, Başer ve Özçelik, verdikleri hatalı karardan değil, sözde “FETÖ üyesi” olmaktan dolayı yargılanıyor. Bu irtibat tespit edildi mi? Hayır… Sadece, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın bir iddiası var: “Tahliye talimatı Pensilvanya’dan geldi” dediler. Bunun belgelerini açıklayacaklarını söylediler; aylar geçti, hiçbir belge ortaya çıkmadı. Sonradan anlaşıldı ki, Fethullah Gülen’in herkul.org’ta yayınlanan “Kimileri içeride, Medrese-i Yusufiye yaşarlar, kimileri de dışarıda onlar için dua eder. Onları rahatlıkla salıver Allah’ım” duası, “Hâkimlere verilen talimat” diye değerlendiriliyor. Gülen, 26 Nisan 2015’te dua etmiş, aynı gün tahliye kararı çıkmış. İrtibat bundan ibaret. Talimat verilecek olsa, bunun kamuya açık zeminlerden başka yolu yok mu?