Yok, hayır kampanyanın bir parçası olmayacağım. Sadece Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştirmeyeceğim.
Kurultay salonunda ‘Cumhurbaşkanı’nı konu etmesini ve sert üslubunu’ yadırgadım. ‘Diktatör bozuntusu’ ağır bir ifade. Tarafsızlığı üzerinden ‘şeref ve namus’ ithamı da kabul edilemez. Ankara siyasetinin kötü hava şartları herkesi etkiledi.
Eleştiriyi yalnızca Kılıçdaroğlu üzerinden yapmak haksızlık olur. Genel olarak ‘siyasetin dili’ sorunlu. Üstelik yeni de değil. Ama dilin, üslubun giderek bozulduğu da realite. Kurultay’dan sonra AKP çevreleri ve havuz medyası CHP liderine fazla taktı. İşi kampanyaya döktü.
Oradaki ifadeler kelime kelime, cümle cümle kullanıldı daha önce. ‘Diktatör bozuntusu’ defalarca tekrarlandı. Meclis’te, meydanlarda… CHP Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığına sert ifadelerle itiraz etti. Hiçbiri bu kadar büyümedi. Ya cevap verildi geçildi, ya da görmezden gelindi.
Kurultay sonrası ise sanki bir yerden düğmeye basılmış gibi ‘topyekün harekât’ başladı. Hâlâ da sürmekte. Ekranların, sayfaların, köşelerin neredeyse tek konusu. Eleştiri oklarının hedefindeki Erdoğan da sessizliğini bozdu. En az Kılıçdaroğlu kadar sert girdi. ‘Cumhurbaşkanı’ sıfatıyla doğrudan CHP liderine yüklendi. ‘Adam yerine koymam’ dedi. Kesmedi, ‘Şeref ve namus fukarası’ dedi.
Ne yazık ki siyasetin dili çok kirli ve zehirli. Ancak hiçbiri masum değil. Herkesin az çok günahı var. Bugüne kadar siyaset çok sert mücadelelere hatta kavgalara sahne oldu. 1950’den bu yana. Hep karşılıklı kamplaşma yaşandı. Menderes – İnönü, Demirel – Ecevit, Yılmaz – Çiller arasındaki mücadeleyi hatırlayın. Üslup ve dil hiç bu kadar düşmemişti.
Yumruklar sıkıldı, sloganlar atıldı ama belli bir seviye hep korundu. Şimdi kamuoyunun önünde söylenen laflara bir bakın. Siyasetçilerin birbirlerine dönük ithamlarını, yaftalamalarını yadırgamamak mümkün mü? İşler yolunda olsa… Neyse. Hani klasik bir cümle var ya, ‘Birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz…’ diye başlayan.
Evet, bugün tam da öyle. Memleket büyük sıkıntı içinde. Felaketler yağmur gibi. İç ve dış politikada tarihin en kötü dönemi. Güneydoğu yangın yeri. İki aya yaklaştı, devlet Diyarbakır’ın kalbi Sur’u kontrol altına alamadı. Allah’tan günler sonra Silopi’yi teröristlerden kurtardı!
Türkiye, sürekli kanayan koca bir yaraya benziyor. Gelenin kaşıdığı, gidenin kaşıdığı açık bir yara. Ülkenin ne doğu ufku aydınlık ne batı… Sorunlar basit değil ağır. Rusya, Irak ve Suriye ile neredeyse ilan edilmemiş ‘savaş hali’ var. Devletin çarkı bozuk. Toplumun bütünlüğü dağılmış durumda.
AKP, Osmanlı hayalleriyle çıktı yola ve lakin Anadolu’yu beylikler dönemine benzetti. Bu manzara karşısında siyasetin haline, diline, üslubuna hayıflanmamak mümkün mü? Birilerini suçlamak veya aklamak için yazmıyorum. Fakat şunu da söylemek zorundayım: Siyaset üstü olması gereken Cumhurbaşkanı maalesef siyasetin tam göbeğinde. Tamam halk seçti, yüzde 52 oy verdi. Bu siyaset alanını bütünüyle dolduracağı anlamına gelmiyor. Anayasa’nın belirlediği sınırlar var. Siyasi duruşu olacak elbette ama makamın politik tarafsızlık niteliği var. Özal’ın da, Demirel’in de siyasi kimlikleri vardı ama bu kadar politik değillerdi. Günlük siyasi tartışmaların dışında kalmaya özen gösteriyorlardı.
Bu ağır Türkiye tablosu karşısında Cumhurbaşkanı siyasi liderleri bir masa etrafında toplayamayacak durumda. Hatta, tek tek görüşmesi bile sorun. Meclis’teki 4 partiden üçünün lideri Saray’a adım atmadı. Muhalefeti suçlamak kolay.
Sözün özü Ankara’da hiç kimse masum değil. Herkes günahkâr. Siyaset önce dilini düzeltmeli, sonra halini. Vakit geçiyor. Zemin kayıyor. Türkiye gidiyor elden. Farkında değil misiniz?