irginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı, kadınların yazabilmesi, düşünebilmesi, var olabilmesi için fiziksel ve zihinsel bir mekâna sahip olması gerektiğini savunur. Bugünse mesele yalnızca kadınlar için değil, tüm insanlar için benzer bir kırılma noktası içeriyor: Kendine ait bir oda bulmak giderek zorlaşıyor — yalnızca dört duvar değil, aynı zamanda zihinsel bir boşluk da kastediyorum. Çünkü artık insan yalnız kalmaktan, düşünmekten ve hatta hissetmekten kaçmak için her yolu deniyor.

Yolda, otobüste, markette, yürürken, hatta uyumadan önceki o son anlarda bile bir kulaklık takılı. Sanki dış sesler kesildiğinde içeriden gelen bir şey duyulacakmış korkusuyla… Çünkü insanın kendisiyle kalması kolay değil. “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” gibi o ağır sorularla baş başa kalmak, belki de artık kimsenin istemediği bir lüks.

Herkesin kendini meşgul tutmak için bir bahanesi var. “Çok çalışıyorum,” diyor bir kısmı, diğerleri sosyal hayatın içindeymiş gibi yaparak barlarda, yüksek sesli müziklerin gölgesinde birbirine dokunamadan oturuyor. Sanki herkes birbirinden kaçıyor ama en çok da kendisinden.

Bu kaçış yalnızca sosyal alanlarda değil, bedensel aktivitelerde de karşımıza çıkıyor. Bağımlılık seviyesinde yapılan spor, koşu, sabah beşte kalkıp “grind” kültürüyle içselleştirilen tempo… Bunların her biri, gerçeğe bakmamak için yeni bir uğraş. Bir çeşit bastırıcı mekanizma. Düşünmek tehlikelidir çünkü zihnin bir şeyi düşündüğünde diğerlerini düşünmemesi mümkün değildir. Bu topyekûn düşünce hali bir sancı doğurur; insan da o sancıdan korunmak için düşünmeye hiç başlamamayı tercih eder.

Sloganlar da bu yüzden çok seviliyor. “Hustle hard”, “No pain no gain”, “Yapabilirsin”. Sanki bireyin iç dünyasındaki karmaşayı bastıran küçük tılsımlar gibi. Sorgulamaya gerek bırakmayan hazır cevaplar… Aynı etkiyi sosyal medya da yaratıyor. Parça parça içerikler, zihnin odaklanmasına fırsat tanımadan akan görüntüler, sesler, yazılar… Zihin böylece düşünme ihtimalini tamamen yitiriyor. Hissizleştiren bir kalabalık içinde, sessizlikten korkan bireyler olarak yaşayıp gidiyoruz.

Woolf’un çağrısı, o dönemin kadını için bir fiziksel odaydı belki ama bugün her birey için bu oda artık içsel bir sessizlik. Kendiyle kalabildiği, hiçbir dış uyarıcının dikkatini çelmediği, düşünmekten korkmadığı bir alan. Pahalı bir evden ya da büyük bir masadan önce belki de hepimizin ihtiyaç duyduğu şey tam olarak bu: Sessizce oturup kendiyle yüzleşebileceği bir yer.

Yazar: Sena Atagül