Ve Cumhurbaşkanı Washington’a gitti. Pek çok bakımdan ilginç boyutlar taşıyan bir ziyaret bu.
Öncelikle, öyle algılansa da, ABD’ye ‘resmi ziyaret’ değil.
Erdoğan yaklaşık 60 ülkenin liderlerinden herhangi biri gibi Washington’da Nükleer Zirve’ye katılacak.
Böyle bir toplantı için yanına, zirvenin kapsama alanı dışında kalan bazı bakanları, üstelik eşleriyle beraber, onlarca danışmanı da ekleyerek, alakalı alakasız toplam 200 kişiyi bulan olağanüstü kalabalık bir heyetle adeta çıkarma yapar gibi gitmesi hiç mi hiç normal değil.
Bununla belki kendisini bir nevi Putin gibi sanki süper güç bir ülke lideri edasıyla lanse etmek istiyor olabilir, ama kesindir ki, çok uzun bir süredir Batı dünyasında hızla soğuyan imajına koşut bir negatif algı daha da beslenecektir.
Putin’le davranış kalıpları açısından benzeşmeleri kayda geçmiştir, ama Türkiye, dediğim gibi bir ‘süper güç’ değil. Dış politikadaki yanılsamaları ve savrulmalarıyla, güven kredisini çoktan kaybetmiş bir yönetim anlayışının hakim olduğu, özellikle bölgesel siyasette etki gücünü ve manevra kabiliyetini yitirmiş, bu yüzden de İsrail’e ve ABD’deki lobisine muhtaç kalmış bir ülke.
Ayrıca, ne kadar arzu edilirse edilsin, ABD Başkanı Obama ile soğuk bir el sıkışma ve ‘how are you’ ötesinde, anlamlı bir görüşme olacağı da pek sanılmıyor.
Acı ama gerçek.
Ve bu acı gerçeği 200 değil, 1000 kişilik bir heyet de örtemez.
Ziyareti kuşatan başka, çok daha önemli gelişmeler var, ve bunlar Washington günlerine yön verecek, damgasını vuracak.
17-25 Aralık günlerinden beri birebir kollanan, bakanların ‘önüne yattığı’, Türkiye’de sanki hakkında dosyalar açılmamış gibi bildiğini okuyan, şaibeli, karanlık bir iş adamı, Reza Zarrab, şu anda ABD adaletinin elinde ve hakkında 75 yıl hapis isteğiyle, yakın çevresinde hakkında şüphe olan kişileri de kapsayacak şekilde yargılanacak.
Heyetteki kabarıklık ‘göz kamaştırma’ amacı taşısa bile, Amerikan adaletinin bağımsız konumu göz önüne alındığında, Avrupalılarla mülteci işinde olduğu gibi, bir nevi at pazarlığına yönelme fırsatı da -her ne kadar AKP heyetinde böyle bir beklenti varsa da- pek alan bırakmıyor.
Muhtemelen ‘kendin pişir kendin ye’ tarzı bir resmi geçit olacak ve eğer İsrail lobisi etkili olamazsa, Türk’ün Türk’e propagandasını havuz ve havuç medyasında bol yalanla soslanmış olarak izleyeceğiz.
Ziyarete ilginçlik katan bir başka boyut, Can Dündar-Erdem Gül duruşmasının, Cumhurbaşkanı’nın ABD gezisinin tam göbeğine oturacak şekilde, 1 Nisan’a ertelenmiş olması.
Elbette Zarrab dosyası ile meslektaşlarımızın davası arasında bir ilinti kurulabilir; akla bu geliyor. Yani bir tür ‘dehşet dengesi’ mi söz konusudur? Az önce yazdığım gibi, bunun söz konusu olmayacağı aşikardır.
Erdoğan kararlı ve gür bir sesle defaten gazetecilerin ‘casusluk davası’ dediği bu süreçte hapiste kalmalarını istedi, istiyor. Tavrında herhangi bir değişiklik görülmüyor. ‘Yanına bırakmam onun’ lafı edilmişken, AYM’ye meydan okunmuşken, yabancı diplomatlar Viyana Sözleşmesi hiçe sayılarak fena halde azarlanmışken, 1 Nisan’da bir tutuklama kararının çıkmaması halinde karizmasının ciddi şekilde çizileceğini de düşünüyor doğal olarak.
Zarrab işine daha sıra gelmedi ama Demokles’in kılıcı Dündar-Gül davası. Eğer 1 Nisan korkulduğu gibi tutuklama getirirse, ziyaretin üzerine buz gibi bir 1 Nisan şakasından da öte etkileri olacak. Ama, artık biliniyor ki, mesele, bütün Türkiye gazetecilerinin üzerinde estirilen dehşet rüzgarıdır ve tutuklama olsun mu olmasın mı diye mırıldanan Başbakan Davutoğlu’nu da inandırıcılıktan uzak tutmaktadır.
Artık esas mesele başta Dündar-Gül davası, Baransu, Karaca ve Kürt gazetecilerle akademisyenlerin durumu, medyaya el koymalar, dokunulmazlıklar, olmak üzere, polis devleti baskılarından tamamen vazgeçilip geçilmeyeceğidir.
İlginç bir ziyaret olacağı kesin!