Geçen hafta dünyaca ünlü ‘Moody’s Analytics’ adlı kredi derecelendirme şirketi, Cumhuriyetçilerin muhtemel başkan adayı Donald Trump’ın vaat ettiği ekonomi politikalarının uygulanması durumunda ABD’nin çok derin bir ekonomik durgunluk dönemine gireceğini duyurdu.
Trump’ın ekonomi politikalarının üç temel vaadi var: 1-Yüksek gelir gruplarının vergisinden büyük miktarda kesintiye gitmek. Trump bu vaadini uygulayabilirse, 10 yıllık net vergi gelir kaybı 9,5 trilyon dolar olacak. 2-Agresif göçmen politikası. Buna göre, belgeleri olmayan milyonlarca Meksikalı göçmen işçi sınır dışı edilecek. Söz konusu kesim nüfusun yaklaşık olarak yüzde 3’üne tekabül ediyor. Ani göçmen politikaları ise kısa sürede bir çok başka sektörü de etkileyebileceği için, ekonomi için negatif bir gelişme olarak belirebilir. 3. Çin ve Meksika’dan gelen mallar için daha etkili bir gümrük vergisi uygulamak.
Trump seçilmesi durumunda bu politikaları uygulayabilmek için atacağı her adımda kuşkusuz Kongre’nin onayını almak zorunda. Ama en kötü durum senaryosuyla ele alındığında, kapalı bir ekonomi politikası savunan Trump’ın sadece Amerika’da değil aynı zamanda küresel ölçekte bir ekonomik durgunluk dönemini tetikleyeceği belirtiliyor.
Trump’ın, ABD’nin en büyük gazetelerinden biri olan Washington Post’a akreditasyon uygulamasından, etnik ve dini kökene negatif vurgu yapan konuşmalarına kadar bir dizi anti-demokratik söylemleri sır değil. Amerikan demokratik kültürü ile bağdaşmayan bu söylemlerin olumlu karşılık bulmasıyla, demokrasinin bir başka kalesi İngiltere’de halkın önemli bir kesiminin göçmenlere duyduğu öfkeyle AB’den ayrılmak istemesi aynı döneme rastlıyor. Amerikan ve İngiliz halklarında ‘globalizme’ duyulan öfke o kadar büyük olmalı ki, her iki ülke halkında da gözlemlenen bu sosyoloji, demokrasi havarisi büyük Amerika’dan küçük ve kapalı Amerika’ya, Büyük Britanya İmparatorluğu’ndan Küçük İngiltere’ye kaçış psikolojisini haber veriyor.
Demokrasinin tüm dünyada tehlikede olmasının başlıca nedenlerinden biri kuşkusuz Amerika’nın özellikle 11 Eylül’den sonra stratejik bir vizyonla gerçekleştirmeye çalıştığı ‘demokrasi promosyonu’ politikasında eskisi gibi istekli olmaması. Bunda hiç kuşkusuz Türkiye gibi ülkelerde demokrasiyi teşvik etme siyasetinin duvara toslaması da rol oynadı. ABD bazı ülkelerde demokrasiyi teşvik etme siyasetinin Türkiye örneğinde görüldüğü gibi diktatörlüğe kapı araladığı ve hatta radikal örgütlerin hareket kabiliyetini artırdığını düşünüyor.
2013 tarihli Pew araştırmasına göre, Amerikan halkının yüzde 80’i yönetimlerinin uluslararası problemlerle eskisi gibi uğraşmaması ve kendi ulusal sorunlarıyla ilgilenmesi gerektiğini düşündüğünü ortaya koyuyor. Ankete katılanların sadece yüzde 18’i ABD’nin diğer ülkelerde demokrasiyi teşvik etmesini stratejik bir vizyonla sürdürmesi gerektiğini düşünüyor. Bu yüzdendir ki, önümüzdeki ABD başkanlık yarışında hiçbir aday adayı, demokrasi teşvikini seçim kampanyalarının önemli bir mesajı olarak sunmadı.
Özetle, Trump’ın söylemlerinin Amerikan halkında karşılık bulması, İngiltere’de AB’den ayrılma taleplerinin halkta yüksek sesli bir karşılık bulması, Batı’nın demokrasi krizini haber veriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş’ın hemen ardından demokrasinin dünyada yayılma eğilimi göstermesi ABD hegemonyasının etkisinden de kaynaklanıyordu. 2000-2015 yılları arasında Türkiye’nin de içinde bulunduğu 27 ülkede demokrasi büyük zarar gördü, bazılarında tümüyle kesintiye uğradı.
Özetle, Trump’ın seçilmesi demek sadece global ekonominin büyük bir tehlike ile karşılaşması anlamına gelmeyecek, aynı zamanda, global ölçekte demokrasiden uzaklaşmayı da haber verecek. Dolayısıyla, önümüzdeki kasımda yapılacak başkanlık seçimleri ‘otoriter rejimler’ tarafından da yakından takip ediliyor. Tercihlerinin Trump’tan yana olacağından kimsenin şüphesi olmasın.
AYDOĞAN VATANDAŞ/ YENİ HAYAT
[email protected]