Bazı şeyler vardır ki, sadece bir yerde yaşanmaz; onlar zamanla dokunur, sokaklarla, seslerle, yokuşlarla bir bütün olur. Benim için o yer, çocukluğumun geçtiği Beyoğludur.
Ama bu sadece bana ait bir hikâye değildi.
Çocukluğumda, yaz tatillerinde annemle birlikte büyük dedem Loman’ın köyüne giderdik. İhtişamlı Karadeniz dağlarının arasında küçük bir evin guzine sobası yanan serin odasında, onun Batum’dan göç hikayelerini dinlerdim. Dedemin İstanbul’dan yaz tatiline gelen torununa aslında neden bu yokluğa mahkum olduklarını izah sadedinde anlatıları olurdu bunlar belki de. ‘Biz Müslüman olduğumuz için çıktık, hicret ettik’ derdi. Anlattıkları, sanki bir destanın içinden kopmuş gibiydi: sık ormanlar, kapkara dağlar ve yolun sonunda bir tahmaz ağacının gölgesinde kurulmuş yeni bir hayat… Anadolu’ya yerleşmenin, kök salmanın, yeniden başlama azminin motiflerini taşırdı bu anlatılar.
Yaz bitip de Beyoğlu’ndaki evimize döndüğümde ise başka bir terk edilişin izleriyle karşılaşırdım. Rum komşumuz Katina Teyze’nin sessizliği, mahallemizin kırtasiyecisi Alberti’nin artık kapanan dükkânı… Bu insanlar da bir zamanlar kendi Batum’larından, kendi tahmaz ağaçlarının gölgesinden sökülmüşlerdi. Çocuk aklımla, dedemin ‘gönüllü hicreti’ ile bu insanların ‘mecburi terk edilişi’ arasındaki farkı tam anlayamasam da, karmaşık bir anaforun içinde bulurdum kendimi. O iki hikâye zihnimde birbirine karışır, bazen rüya gibi, bazen ağıt gibi yankılanırdı içimde. Anadolu coğrafyasının makus talihiydi bu aslında. Kadim Sümerler’den Hititler’e, sonra Ermenilere, Rumlara ve daha nicelerine kadar, bu topraklar nice ötekileştirilmiş topluluğa ev sahipliği yaptı. Her biri bir zamanlar bu coğrafyada kök salmış, kültürünü işlemiş, mimarisini, şarkısını bırakmış ama sonra ya unutturulmuş ya da susturulmuşlardı.
Urfa’da bir Ermeni çocuğun, tehcir öncesi annesinin ninnisini son kez duyduğu sokakla; Ayvalık’ta terk edilmiş bir Rum evinin balkonundan bir zamanlar asılan asmaların altındaki gölgeler aynı acıyı taşır aslında. Sümerler’in dillerini terk ettikleri gibi, biz de bazen kendimize ait olan hafızayı terk ederiz. Ama izleri hep bir yerde kalır.
Maurice Halbwachs’ın ‘kolektif hafıza’ kuramı, bireysel hatırlamanın aslında sosyal bir çerçevede şekillendiğini vurgular. Ona göre bir toplumun geçmişi nasıl hatırladığı, o toplumun bugününü nasıl anlamlandırdığını belirler.
Yine Pierre Nora’nın ‘hafıza mekânları’ (lieux de mémoire) kavramı, fiziksel ya da simgesel bazı alanların, toplumsal hafızayı taşıma işlevi gördüğünü belirtir. Beyoğlu’ndaki eski Rum evleri, ya da dedemin anlattığı Batum’dan göç edilen köy, bu tür hafıza mekânları olarak düşünülebilir.
Bu mekanlar ve anlatılar, geçmişin sadece kayıtlarda değil, yaşayanların zihninde, sessizliğinde ve hatırlama biçimlerinde taşındığını gösterir. Ötekileştirilen toplulukların terk ettikleri değil, terk ettirilmiş oldukları bu mekânlar, kolektif belleğin kırılma noktalarıdır.
Albert Camus’nün ‘Yabancı’ romanındaki Meursault karakteri, toplumun normlarına uymadığı, yas tutmadığı ya da duygusal tepkileri beklendiği gibi vermediği için dışlanmış; akılcı, duygusuz ve ‘yabancı’ biri olarak mahkûm edilmiştir. Camus, Meursault aracılığıyla bireyin toplumsal beklentilere uymadığında nasıl ötekileştirildiğini ve anlam arayışının absürtlüğünü derinlemesine işler. Bu karakterin maruz kaldığı yargı, Anadolu coğrafyasındaki kadim toplulukların ve de son sürüm tehcirin tazecik mağduru 15 Temmuz sonrası ötekileştirilen bireylerinin sessizce (burda sessizce kelimesi özellikle seçilmiş olup, bir yönü ile sesin artık bir noktadan sonra sessizleşmesi olarak düşünülebilir) yaşadığı dışlanmışlıkla yankılanır.
Meursault gibi, biz de bazen ait olmadığımız sistemlerce yargılanırız; anlatamadıklarımız, anlatılmasına izin verilmemiş hakikatlerimiz vardır. Onun hikâyesiyle Anadolu’nun bastırılmış hafızası arasındaki köprü, insan ruhunun evrensel adalet arayışında saklıdır. son kez dolaştığı sokakla; Ayvalık’ta terk edilmiş bir Rum evinin balkonundan bir zamanlar asılan asmaların altındaki gölgeler aynı acıyı taşır aslında. Sümerler’in dillerini terk ettikleri gibi, biz de bazen kendimize ait olan hafızayı terk ederiz. Ama izleri hep bir yerde kalır. Çocuk aklımla göremediğim ama büyüdükçe her taşında, duvarında, hatta balkon korkuluklarında bile hisseder hale geldiğim hikâyeler taşırdı o semt. Bazı evlerin kapılarında eski Rum yazıları, bazı balkonlarda kırmızı şarap lekesi gibi duran mermer izleri olurdu. Kimseye anlatılmaz ama bir şekilde o evlerin bir zamanki sahiplerinin sessizce orada varlığı hissedilirdi. Mübadeleyle, sonra 6-7 Eylül gecesiyle büyük bir kopuş yaşamıştı Beyoğlu. Gidenlerin sesi, kalan evlerin içinde kısılıp kalmıştı sanki.
Cocukken bunun farkında değilsinizdir. Ama zamanla bu kopuşun izlerini fark edersiniz. Hele birde siz de âsi bir şekilde bağlarınızdan toprağınızdan sökülüp bu şekilde bir kopuş yaşamak zorunda kaldıysanız. Zorunlu göç diye adlandırılan ama aslında koparılma olan o mecburiyetle ben de yersiz, yurtsuz, fakat en çok da sesi bastırılmış biri haline geldim.
Orta halli bir Anadolu ailesinin okutup ümit bağladığı bir cocuktum. Babam da 67 kuşağı öğrenci hareketlerine katılmış, devletle bir türlü barışamamış ama ülkesine dair ümitlerini hiç kaybetmemiş biriydi. Anadolunun onbinlerce benzer babası gibi o da çocuklarını hayal ettiği geleceğin bir yansıması olarak görür, yüzlerine gururla bakardı. O yüzden, cezaevindeki bir ziyaretinde salondaki diğer meslektaşlarıma bakıp hüzünle ‘Ne kadar da birbirinize benziyorsunuz… Devlet nasıl da bu toprakların öz evlatlarına, bu kadar kolay kıyabiliyor’ deyişi hâlâ kulaklarımda çınlar. O cümlede bir babanın hem hayal kırıklığı hem de hâlâ tükenmemiş umudu vardı aslında.
Yıllar sonra, ahir ömrün bu durağında, yeniden hayat kurmaya çalışırken…, aidiyetin bir yerle değil, bir hafızayla kurulduğuna inanmaya başladım. Çünkü bazen bir melodide, bazen bir mimaride, bazen sadece rüzgârdaki bir koku içinde kendini evinde hissedebiliyor insan.
Bugün buradayım. Anadolu’dan çok uzak, belki sesi bile buraya kolayca gelmeyen bir ülkedeyim. Ama bazen bir kaldırım sesinde, bazen bir şehrin eski duvarlarındaki kırılganlıkta, o eski mahalleleri hatırlıyorum. Ve bazen de, burada hayata tutunmaya çalışırken, o tutunma çabasının çocukluğumda tanıklık ettiğim sessiz Rum evlerinden birine benzediğini fark ediyorum. O evler gibi ben de kırıldım, ama çökmedim. Sessizleştirildim ama silinmedim.
Aidiyet bazen bir adrese değil, bir duruşa, bir hatırayı taşıma biçimine dönüşür. Ve belki de en güçlü aidiyet, çoktan terk edilmiş bir yuvayı yürekte taşımaya devam edebilmektir.
Bil ki bazen en çok uzaklaştığın yer, seni en çok sen yapan yerdir.
Yazar: Ferit Kara