Çok geniş bir sahradaydı. Her yer düzdü ve kumlarla kaplıydı. Bulunduğu yer belki de çöldü. Tek başınaydı. En azından o öyle zannediyordu. Sağına, soluna baktı. Ardına döndü. Gördüğü şey sadece biteviye sonsuza uzanan kumlardı. Anladığı kadarıyla düz bir kum çölündeydi. Yanında yöresinde, yakınında çevresinde kimse yoktu. İçini bir yalnızlık duygusu kapladı.
Sonra sanki sabah sisinin dağılması gibi, çevresindeki aydınlık dağıldı ve gün ışığının içinde gölgeler belirdi. Gölgeler her yerden geliyor, masmavi gök yavaş yavaş puslanıyordu. Uzaklardan yavaş yavaş sesler duyuyordu. Aslında bunlara ses değilde uğultu demek çok daha doğruydu. Uğultu çok uzaklardaydı ama her dakika biraz daha artıyor, biraz daha çoğalıyordu.
Arada rüzgarın kumları önüne katıp savurması gibi bir ses duyuyor, bu sesler uğulduya karışıyordu. Sanki kumların üzerinde bir şeyler sürükleniyor, çekiliyordu. Gökte de hareketlilik devam ediyor kızıllık şekilden şekile giriyor, koyudan açığa değişiyordu. Sıcaklık da bu hareketlilikle birlikte yavaş yavaş artıyordu.
Geçmek bilmeyen bir zamandan sonra gölgeler şekle bürünmüş, insan, kalyon, mancınık, top, tüfek, ordu halini almıştı. Çok geniş bir daire şeklinde onbinlerce kişi toplanmıştı. Her birinin elinde öldürücü silahlar vardı. Bir kısmı da kalın halatlarla kumlar üzerinden kalyonlar çekiyordu. Etrafta bu yüzden müthiş bir hareketlilik ve koşuşturmaca yaşanıyordu. Mancınıklar taşınıyor, toplar, kalyonlar çekiliyor, uzaklardan gelen onbinler düzgün adımlarla yürüyor, bu da müthiş bir gürültüye neden oluyordu.
Bütün ufukları kaplayan kalabalık her yeri kuşatmış bir daire şeklindeydi ve bu daire yavaş yavaş ortaya doğru daralıyordu. Bu daralma bir müddet devam etti. Gökyüzü de kalabalığı izliyor, kızıl-kara bulutlar yerden yükselen tozlarla birleşiyor, yeryüzü bu yüzden alev alev yanan bir yere dönüşüyordu.
Anladığı ve görebildiği kadarıyla çevresine toplanan bu kalabalık bir orduydu ve bu orduya hükmeden komutan da kendisiydi. Neye karşı ve neden toplanıldığını bilmiyordu. Ancak içinde bir hınç olduğunun farkındaydı ve bu öfkeyi teskin etmesi gerekiyordu. Biraz daha yürüdükten sonra durdu. Onunla birlikte ilerleyen bütün ordu da durmuştu.
İçinden bir ses bundan sonra adım atmaması gerektiğini söylüyordu. Daha doğrusu uyarıyordu. Önce sağ yanına döndü. Uzun uzun sonsuzluğa uzanıyormuş hissi veren ordusuna baktı. Sonra sola döndü. Neredeyse o tarafa ayna yerleştirildiğini düşünecekti. Muhteşem ordusu orada da her yanı kuşatmıştı. Mancınıklar, toplar, kalyonlar binlere eşlik ediyor, gemiler kum denizinin üzerinde ilerliyordu. Manzara muhteşemdi.
Eli gayrı ihtiyari belindeki kılıcına uzandı ve büyük bir hışımla kılıcını çekti. Kılıç ileriyi gösteriyor, hücum emri veriyordu. Bunun üzerine orduda büyük bir hareketlilik başladı. Mancınıklar, toplar mevzilere yerleştirildi. Yaylar, oklar hazırlandı. Bütün ordu tek bir işaretini bekliyordu. Bu arada çevresinde daha önceden tanıdığı pek çok kişinin bulunduğunu farketti. Toplanmışlar, hiç ses çıkarmadan vereceği emri bekliyorlardı.
Bir süre öylece durdu. Kılıcını havaya kaldırdığında orduda müthiş bir hareketlilik yaşanmıştı. Şimdi o hareketliliğin bitmesini bekliyordu. Gerçektende bir süre sonra bütün sesler kesilmişti. Yüzbinlerce kişinin bulunduğu sahraya büyük bir sükunet hakim olmuştu. Tabir yerindeyde çıt bile çıkmıyordu. Havanın kızıllığı karaya dönüşürken, kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Sanki bir yerlerde yanardağ patlamıştı da havayı kara kızıl hale dönüştürmüştü. Gökyüzünde güneşten eser yoktu. Ancak o bunu düşünecek durumda değildi.
Eli biraz önce kınına girmiş kılıcına gitti ve bir kez daha kılıcını çekerek havaya kaldırdı. Bütün ordu sanki bu hareketi bekliyormuş gibi bir anda harekete geçti. Aynı anda yaylar gerildi, mancınıkların zenberekleri çevrildi, gülleler toplara yerleştirildi. Gemiler yan dönmüş, bütün toplarını orduyla aynı hedefe yöneltmişlerdi.
Çevresine baktı. Biraz önce yanında gördüğü tanıdık simalar, sanki gayptan bir haber gelmiş gibi ordunun içine dağılmış, onunla aynı hareketi yapıyorlardı. Hepsi onun gibi kılıcını havaya kaldırmıştı. Artık harekete geçme zamanının geldiğini düşünerek var gücüyle “Hücum” diye bağırdı. Aynı anda oklar yaylardan bırakıldı. Koca koca taşlar havada uçuşuyor, toplar büyük bir gürültüyle patlıyordu. Ortalık bir anda kıyamet gününe dönmüştü. Kum üstündeki donanmanın gemileri de var güçleriyle toplarını ateşliyordu.
Bu kıyamet savaşının ortasında bir şey dikkatini çekti. Düşmanın kim olduğunu, bu muazzam ordunun nereye saldırdığını bilmediğini farketti. İşte tam o anda karşısına, sanki büyüteç tutulmuş gibi bir bina geldi. Kum çölünün ortasında siyahlara bürünmüş bir bina tek başına duruyordu. Dikkatli baktığında binanın üzerinin bir kumaşla kaplı olduğunu gördü. Büyüteç aynı anda binanın bütün yönlerini gösteriyor, her yerini en ince noktasına kadar inceliyordu.
Binanın tek bir kapısı vardı ve oradan baktığında içerisinin ışık ışık olduğunu görüyordu. Zaten göğü kaplayan kızıl bulutlar da ancak binanın çevresine kadar yanaşabilmişti. Binanın tam üzerine gelen noktada bulutlar yarılıyor ve gökyüzü o küçük delikten masmavi gülümsüyordu. Binanın içinde üç sütun vardı ve bu üç sütun içerideki ışığın arasında adeta gölge gibi görünüyordu.
Binaya bir daha, bir daha baktı ve sonra dehşete kapıldı. Karşısında Kabe vardı. Ve milyonları bulan ordusuyla birlikte Kabe’ye saldırdığını farketti. Bu arada top güllerinin, okların, mancınıklardan savrulan taşların Kabe’ye ulaştığını gördü. Attıkları her şey küp şeklindeki binaya değiyor ancak binaya hiçbir şey olmuyordu. Top güllesi üzerine düşdüğünde o bölge eziliyor ama yıkılmıyor ve kısa bir süre sonra eski halini alıyordu.
Bir an tereddüt geçirdi. Karşısında Kabe vardı ve Kabe’ye saldırıyordu. Bunun büyük bir günah olduğunu düşündü. Sonra tereddütü öfkeye dönüştü. Yemin etttiğini hatırladı: Karşısına kim ve ne çıkarsa çıksın ezip geçecekti. Bunun Kabe olması, bu gerçeği değiştirmiyordu. Arkasını döndü ve bütün ordusuna haykırdı. Sesi her tarafta farklı bir makineyle duyuluyor, duyuruluyordu. “Saldırın, daha fazla saldırın” diyordu. Daha önceden tanıdığı isimler de onu teşvik ediyor, “Vur, vur” diye bağırıyorlardı.
Ordu bütün gücüyle saldırıyor, ortalık savaşın dehşetinden yıkılıyordu. Ancak Kabe’ye hiçbir şey olmadığını görüyor, daha fazla hınçlanıyor, daha fazla saldırmaları için askerleini teşvik ediyordu. İşte tam bu sırada beklenmedik bir şey oldu ve Kabe’den bir ışık belirdi. Belirdi demek doğru olmazdı. Aslında burada bir ışık patlaması yaşandı.
O patlamayla birlikte her şey altüst oldu. Önce ışığı gördüler ardından da korkunç bir ses geldi. Sesi, bir fırtına takip etti. Müthiş bir rüzgar esiyor, yer yerinden oynuyordu. Atılan oklar, taşlar ve gülleler rüzgarın etkisiyle geri dönüyor ve ordunun üzerine düşüyordu. Ordunun içine giden bütün adamları yanına gelmiş, biraraya toplanmışlardı.
O arada bir şey dikkatini çekti. Rüzgar estikçe bütün adamları, onbinlerce insanın olduğu ordusu eriyordu. İnsanlar yavaş yavaş ufalıyor, bir müddet sonra yok oluyorlardı. Sanki evet sanki kumdan yapılmışlar diye düşünürken bir anda gerçeğin farkına varmıştı. Evet, kendisi de dahil olmak üzere bütün ordusu gerçekten de kumdan yapılmıştı ve rüzgarla birlikte askerler, toplar, mancınıklar, gemiler küçük kum birikintilerine dönüşüyorlardı. Rüzgar durmazsa kısa bir süre sonra muhteşem ordusunun yerinde yeller esecek, çölde bu savaştan, bu kavga ve cedelden eser kalmayacaktı.
Gerçekten de bir müddet sonra ordusunun yerinde yeller esiyordu. Kendisi bu fırtınaya karşı durmak istemişti ve bütün haşmetiyle kılıcını çekmişti ama sonunda o da erimişti ve yok olmuştu. Şimdi bir boşlukta cisimsiz olarak dolaşıyor, sadece tanıdık seslerin feryatlarını işitiyordu. İçini müthiş bir dehşet kaplamıştı ki, panik halinde gözlerini açtı.
Uyanmıştı ve gördüklerinin hepsinin bir rüya olduğunu farketti. Ancak kabusun o kadar etkisinde kalmıştı ki, bir müddet kendine gelemedi. Sucuk gibi terlemiş, yatağın kenarına oturunca üşüdüğünü hissetmişti. Bunun üzerine kaşmir battaniyeyi üzerine çekti. Dönüp arkasına, eşine baktı. Uyuyordu. Ama bu rüyayı ona mutlaka anlatmalıydı.
“Emine, kalk kalk” diye seslendi. Eşi, telaşla uyanıp, “Ne var? Ne oluyor?” diye panikle sordu. “Kalk” dedi, “Kalk”. “Çok korkunç bir rüya gördüm” dedi. Emine, hafif bir kızgınlıkla karışık şaşkınlıkla “Beni bunun için mi uyandırdın?” diye sordu. Ama kocasının halini görünce o da telaşlandı.
Üşüme hissi geçince elini yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Buz gibi su iyi gelmiş, biraz olsun sakinlemişti. Gördüğünü rüyayı bütün ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Bu arada hanımı kalkmış, mutfaktan ona içmesi için doktorların tavsiye ettiği bitkisel bir karışım getirtmişti. Yatak odasına yerleştirdikleri varaklı koltuğa gömülüp, karısına rüyasını bütün teferruatıyla anlattı. Eşi de bu rüyadan rahatsız olmuştu. O’na bu kabusu bir bilene anlatmasını ve manasını öğrenmesini söyledi. O da böyle düşünüyordu.
Hemen özel kalemini aradı. Güneş henüz doğmamıştı ama bu rüya bütün sinirlerini alt üst etmişti. Mutlaka birilerini bulup anlatması gerekiyordu. Manasını da bilmek istiyordu. Aklına ilk anda Fatih Akdeniz Caddesi’ndeki hoca gelmişti. Gerçi o fakihdi ama rüyadan da anladığına dair aklında bir şeyler kalmıştı.
Özel kalemi, saatin erken olduğuna bakmadan hızlı bir şekilde hareket etmiş ve bu hocayı aramıştı. Yaşlı hocaefendi, bu saatte uyandırılmaktan hoşlanmamıştı ama yine de önemli bir şey olduğunu düşünerek hiç ses etmedi.
Bir kaç dakika sonra kendisini, rüyasını yaşlı hocaefendiye anlatırken buldu. Hoca, rüyayı dinledikten sonra yüzünün asıldığını farketti. Allah’tan karşısındaki kişi telefonla konuşuyor ve suratının aldığı şekli görmüyordu. Biraz korktu, biraz ürperdi ama sonra rüya sahibini tebrik etti. “Dine büyük hizmet yapıyorsun, Şeytan da seni korkutmuş” diyerek teselli etmeye çalıştı. Telefon kapandıktan sonra ise sabah namazı için abdest almak üzere banyoya yöneldi. Anlatılan rüya akıldan çıkacak gibi değildi ve ne kadar büyük kötülük yaptıklarının farkındaydı.
Rüyada görülen Kabe, âlim, fazıl insan demekti. Çöl ise bu âlimin, yabancı bir ülkede yaşadığını gösteriyordu. Ülke halkı Müslüman değildi. Kabe’nin içindeki sütunlar ise oradaki dostlarına işaret ediyordu. Işığı, orduyu, kumu tevil ve tefsir etmeye gerek bile yoktu. Rüyanın anlamı açıktı. Büyük bir kötülüğe imza attıklarını anladı ama artık dönmeleri mümkün değildi. Çünkü son çıkışı kaçırmışlardı. Hocanın abdestine pişmanlık gözyaşları katılıyordu ama güneş batıdan doğmuş ve tevbe vaktinin geçtiğini farketmişti. Bu işin geri dönüşü yoktu.

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...