Geçen hafta Edip Dede Uğurlu adında biri tarafından Erdoğanname adında bir şiir kitabı yayınlandı. Kitapta geçen ifadeleri okuyunca, cahiliye devrinde zenginleri şiirleri ile överek bahşiş kapma derdindeki şairler aklıma geldi. Yazar, bahşişi kaptı mı bilmiyorum. Ancak, kapacağı hiçbir bahşiş, imanının karşılığı olamaz. Kurduğu cümleler insanı şirke düşürecek manalar ifade ediyor. Daha önce de şahit olduğumuz bu tür ifadeler çoğalıyor ve hakkında bu tür ifadeler kullanılan şahıs, geçtim bunlara susmayı, şirk ifade eden bu cümleleri kuranları adeta ödüllendiriyor.
Sen Tayyib-i Receb-i Erdoğansın Efendim
Haktan bize teberrüksüz Efendim
2071’e kadar, sultan-ı müebbedsiz Efendim
Şeyh Galib’in Na’tından aşırarak yazılan bu mısralar ile önce Peygamberleştirilen Erdoğan, “Aklın varsa, gel teslim-i can eyle; sığın Erdoğan’a” cümlesi ile tanrılaştırılıyor. “Bakara-makara”yı alkışlayan, “Allah’ın bütün vasıflarını taşıyan lider”e sesini çıkarmayanların buna susması, elbette şaşırtıcı bir durum değil. Şaşırtıcı değil çünkü, Tayyip Erdoğan bizzat kendisini bu makamlarda görüyor. Kendisine itaati, imanın bir rüknü olarak algılıyor. Aslında bu anlayış yeni ve Tayyip Erdoğan’a özel bir anlayış değil. Kendisine ittiba etmeyi imanın bir rüknu görmesi, siyasal İslamın temelinde vardır.
Adalet Partisi’nde kadro dışı kalan bazı Nurcular ile Erbakan ve arkadaşları, 1970’te siyasal İslamı partileştirdiklerinde parti, “Bize tabi olmayan müslüman değildir.” anlayışını temel alıyordu. Kuruluş mantıklarına göre Tevfik Paksu Nurcuları, Erbakan ise tarikatları organize ederek, tüm Müslümanları MNP çatısı altında birleştireceklerdi. Ancak planladıkları gibi olmadı ve Nurcular bu yeni partiye destek vermedi. Bu anlayış ile particiler, kendilerini değil de Adalet Partisi’ni desteklemeye devam eden Müslüman gruplara “Renksiz, mason” gibi tahkirlerde, tekfirlerde bulunmaya başlamıştı. Bu anlayış gün gelecek “Sen Refah Partisi’ne hizmet etmezsen hiçbir ibadetin kabul olmaz. Çünkü başka türlü Müslümanlık olmaz. Refah Partisi için çalışacaksın. Çalışmazsan patates dinindensin.” diyerek partisini İslam dininin kendisi olarak görecekti.
Kaldıramayacak fıtratlara yönelen aşırı teveccühün sebep olduğu bu itikad kayması, Tayyip Erdoğan’da da mevcut. En son “ ’Hayır’ diyerek dünyanı da ahiretini de berbat etme.” diyerek bunu dile getirdi. “Hayır” diyenlerin dünyalarını berbat etme kudreti kendisinde mevcut. Zaten kendisi, “hayır” diyenlerin dünyasını ihraçlarla, hapislerle berbat ediyor. “Dünyanı berbat etme.” tehdidi  anlaşılabilir. Ancak, “Hayır” diyenler ahiretlerini nasıl berbat edecekler? İman ve küfürü mü oyluyoruz? İmanın rükunleri arasında “Tayyib’e iman” diye bir kaide mi var? Başkanlık sistemi, İslamın şartları arasında mı yer alıyor?
Bu hastalıklı anlayışın, bu itikad bozukluğunun tecessüm etmiş hali olan Tayyip Erdoğan, hadsiz teveccühün ortaya çıkardığı bir ruhsal anomalidir. Her gün kendisini “halifey-i ruy’i zemin, alem-i İslam’ın hamisi, ümmetin umudu, dünya lideri” gibi gazlamalar ile gazlayanlar sayesinde realiteden iyice koptu. Ne Erdoğan’ın ne Diyanetin hocalarının ne de sair cemaat ve tarikatların hocalarının bu itikad kaymalarına ses çıkarmaması neticesinde, iman etmeyenleri Ashab-ı Uhdud gibi ateşe attıran “Erdoğanizm dini” ortaya çıkmış oldu.
Kazanmak – Kaybetmek
Kazanmak, hedeflenen bir amaca ulaşmayı ifade eder. Kazanma – kaybetme mukayesesi yapabilmek için aynı amacın hedeflenmesi gerekir. Farklı amaçları hedefleyen taraflar arasında kazanma – kaybetme mukayesesi yapmak doğru bir yaklaşım değildir. Bu çerçevede, kim kazandı kim kaybetti?
Erdoğan, amaç olarak “Cemaati bitirme”yi hedeflemiş durumda. Sosyolojik olarak bu mümkün değildir. Çünkü, hiçbir sosyal hareket cebren bitirilemez. Sosyal hareketler ancak varlık sebepleri ortadan kaldırıldıkları zaman bitirilebilirler. Erdoğan, bir taraftan cemaat mensuplarını öldürterek, hapsederek, mallarına el koyarak, bütün kurum ve kuruluşlarını kapatarak cebren fiziksel olarak bitirmeye çalışıyor, diğer taraftan cemaatin varlık sebebi olan alanlara Ensar Vakfı, TÜRGEV, TÜGVA gibi vakıfları yerleştirerek sosyolojik olarak bitirmeye çalışıyor. Sosyolojik hareketlerin cebren bitirilemeyeceğini ifade etmiştik. Bu nedenle, Erdoğan’ın kazanması, yani cebren cemaati bitirmesi mümkün değildir. Sosyolojik olarak ise cemaat ile Erdoğan’ın vakıfları kıyaslandığında,  Iphone ile taklidi MyPhone gibi kalite farkı nedeni ile Erdoğan’ın vakıfları cemaatin varlık sebebini ortadan kalıdıramıyor. Bu vakıflarda, o potansiyel olsaydı zaten AKP yöneticileri dahil insanlar cemaate teveccüh etmez, bu vakıfları tercih ederlerdi. Cebren cemaati bitirme amacına ulaşması mümkün olmayan Erdoğan, sosyolojik olarak da cemaati bitiremez. Yani Erdoğan kazanamaz.
Cemaat, amaç olarak  “Allah rızası”nı hedeflemiş görünüyor. Bu, somut olarak ölçülebilir bir hedef değil. Ancak, göstergeler amaca ulaşma yolunda olduklarını gösteriyor. Yaşadığımız sürecin öncesinde ve sonrasında, iki nedenle  cemaatin amacına ulaştığını düşünüyorum. Süreç öncesi için, Buhari’de rivayet edilen bir hadiste şöyle buyruluyor:
“Allah bir kulunu sevdiği zaman, Cibril’i çağırıp “Ben falan kulumu seviyorum, Sen de onu sev!” der. Cibril de onu sever ve sonra şöyle seslenir: “Allah, falan kimseyi seviyor, Siz de onu sevin!” Bundan sonra semavattaki bütün melekler onu sever. Sonra o kul yeryüzünde de herkes tarafından sevilip kabul görür.”
Bugün cemaatin, dünyanın dört bir yanında din, dil, kültür gibi birbirinden çok farklı bölgelerde insanların hüsn-ü kabülüne mazhar olması ancak bu hadis-i şerifin tezahürü olabilir. Bu mazhariyet, “üst akıl, CIA desteği” gibi soyut teoriler ile izah edilemez. Yunus Emre Vakıfları, Maarif Vakfı, TİKA gibi devlet kuruluşları da dahil Erdoğan’ın vakıfları, devletin bütün maddi kaynaklarını da kullanmalarına rağmen böyle bir hüsn-ü kabule mazhar olmuş değil. Demek mesele maddi güç, destek değil rızaya mazhariyetmiş. Rızaya mazhar olmadıktan sonra hiçbir maddi güç, kuvvet böyle bir hüsn-ü kabülün mazhariyetine sebep olamaz.
Süreç sonrasında ise yaşananlara bakıyorum. Hz.Adem’den bugüne, Rabbani hareketlerin kaderi ne ise cemaatin kaderi de o… Bakara Suresindeki “Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” ayetinin tecelli ettiğini görüyorum. Hz. Yusuf gibi zindanlara atılıyorlar. Halifey-i Ru’yi Zemin Mem’unların, Mutasımların sapkın görüşlerine iman etmedikleri için Ahmed bin Hanbel gibi zindanlarda işkence görüyorlar. Ebu Hanife gibi hem Emevi halifesi Hişam bin Abdulmelik’in hem Abbasi halifesi Mansur’un zulmüne karşı dik duruyorlar. Yezid’in kapısında zelil beklemek yerine gerekirse Hz.Hüseyin gibi Yezidlerin kılıçları altında izzetleri ile şehit oluyorlar. Eğer hedeflenen amaç “Allah rızası” ise cemaatin kazandığını düşünüyorum.
Sonuç olarak; Erdoğan “Cemaati bitirme” amacına ulaşamayarak kaybediyor ve cemaat, seleflerinin kaderini yaşayarak kazanıyor.
Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...