Tayyip Erdoğan kendisini iktidara mahkûm hale getirdi. Başkanlık’ı isteme sebebi, sadece daha fazla güç elde etmek değil; aynı zamanda, iktidarını daha kalıcı hale getirmek.
Şu anda, hem Yürütme’ye, hem Yargı’ya, hem de Yasama’ya hükmediyor. Ahmet Davutoğlu, “cirmi”kadar yer yakıyor. “Artvin Cerrattepe’de hukuksal süreç bitene kadar çalışmalar duracak”açıklamasının ardından, madencilik faaliyetlerinin aynı hızla devam etmesinden, Başbakan’ın cirmi belli olmuyor mu? Erdoğan, onu, “zurnanın son deliği” gibi göstermekten adeta zevk alıyor. Peki niçin, Türkiye’nin, her kişisini ve her köşesini kapsayan bu mutlak hâkimiyet, AKSaray’a yeterli olmuyor da, “Türk usulü Başkanlık” peşine düşüyor?
7 Haziran’da, arkasındaki yasama gücü çoğunluğunu kaybedince, ne büyük bir tehlike ile karşı karşıya kaldığını açıkça gördü. Bir başka şey daha görüyor: Türkiye, bu yüksek tansiyonu 2019 seçimlerine kadar götüremez. Götürse bile AK Parti o seçimin mağlubu olur. İşte bu yüzden, parlamento çoğunluğu kimin eline geçerse geçsin, Erdoğan, gücünü Türk usulü Başkanlık sistemiyle tahkim ederek, genel seçimlerden etkilenmeyecek bir konuma gelmek istiyor.
O kadar hukuksuzluk ve öfke birikti ki, surda ufacık bir gedik açılsa, dizginlenemeyen tepkiler iktidarı topyekûn silip süpürecek. Çok ağır bir fatura çıkacak. Türk usulü Başkanlık ise Erdoğan’a, -AK Parti’nin yasamadaki çoğunluğundan bağımsız- daha büyük bir güvence sunuyor.
7 Haziran gecesi o korku ve endişeler yaşandı. Bir daha aynı kâbusu görmek istemiyor. Bence Başkanlık’taki ısrarın temel sebebi bu. Yalnız, anayasa değişikliğini TBMM’den geçirmek zorunda olduğundan, bu amaca ulaşması kolay değil. Anayasa düzenlemeleri için gerekli 330 rakamını, başka partilerden milletvekili transferiyle tamamlasa bile, gizli oylamada AK Parti’den fire verilebileceği konuşuluyor. Zira Davutoğlu da Başkanlığa pek taraftar değil; onunla birlikte hareket eden parlamento üyeleri de tek adamın bu ölçüde güçlenmesini içlerine sindirmiyorlar.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın giderek birbirinden uzaklaştığı da, artık kolayca gizlenemiyor. Erdoğan’a, belli ki Davutoğlu’nun mevcut itaatkâr tavrı bile kifayet etmiyor. Sonbaharda olağanüstü kongreyle Binali Yıldırım’ı Genel Başkan yapmayı planladığı belirtiliyor.
Bir devlete, nizamı, kurallar verir. Kural tanımaz bir duruma düşmek, dipsiz kuyuya düşmek gibidir. Bugün yaşadıklarımız, adaletin ve hukukun bulunmadığı bir Türkiye manzarasıdır. Canlı bombalar, katliam, düşüncelerin cezaevine hapsedilmesi, ahlâktaki erozyon, korkunun egemen olması, vicdanların susturulması…
Eninde sonunda hatalı davranan herkes, ne kadar çabalarsa çabalasın faturası kadar bedelini ödeyecek.
GECE SÜRÜYOR
Anayasa Mahkemesi, Can Dündar ve Erdem Gül’de “hak ihlâli” olduğu kararını verdi. Basın özgürlüğü lehinde tavır takınan 12 üyeden 9’unun Abdullah Gül, 2’sinin Necdet Sezer tarafından atandığı belirtiliyor. 1’i de, TBMM’nin seçtiği Celal Mümtaz Akıncı (Akıncı, Türkiye Barolar Birliği’nin gösterdiği 3 aday arasından 2010 yılında TBMM tarafından seçilmişti). “Hak ihlâli yok” diyen Hicabi Dursun ve Rıdvan Güleç ise Sayıştay’ın adayları. Dursun 2010’da, Güleç ise 2015’te Anayasa Mahkemesi üyesi oldu. Doğrudan Erdoğan’ın seçtiğiKadir Özkaya da Dursun ve Güleç’in yanında yer aldı.
Adayların oylarını, siyasi ya da ideolojik yakınlıklarla izah etmek güzel değil ama, Türkiye’nin bir gerçeği. Keşke Erdoğan tarafından Anayasa Mahkemesi’ne atanan Kadir Özkaya, hepimizi şaşırtsaydı!
Hâkimlerin kararlarından dolayı cezaevine girdiği bir ortamda, Anayasa Mahkemesi’nin bu demokratik duruşu, cesur bir davranıştır. Buna rağmen, beklentilerimiz sona ermedi. Emsal kararın diğer gazetecileri de kapsamasını umut ediyoruz. 10 aydır hasıraltı edilen Mehmet Baransu’nun başvurusu derhal işleme sokulmalı.
Sadece gazeteciler de değil… Hâkimler ve savcılar da “hak ihlâli” gerekçesiyle çoktan müracaatlarını yaptı. Anayasa Mahkemesi, terör örgütü üyeliği ve darbecilikle suçlanan meslektaşlarının da dertlerine derman olmaya çalışmalı.
Erdem Gül ve Can Dündar kararı, karanlıkta yakılan bir mum ışığı… Ama gece devam ediyor…
ATSIZ’IN VASİYETİ
Nihal Atsız’ın 4 Mayıs 1941 tarihli vasiyeti, Türkiye’nin bugünkü durumuyla uyum halinde. Ülkemizde, “iç düşmandan”, “dış düşmandan” geçilmiyor.
İşte Nihal Atsız’ın oğlu Yağmur’a yazdıkları:
“Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol! Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır.
Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.
Tanrı yardımcın olsun.”
Tarih, 4 Mayıs 1941… Tarih, 27 Şubat 2016… Demokrasi ve hoşgörü konusunda ne kadar geriye gitmişiz!