Yarına bakış gazetesinde bir analiz yapan Türkiye’nin yetiştirdiği en yetenekli felsefecilerden Özgür Koca Davutoğlu’nun neden hukuksuzluğa ve zulme karşı sessiz kaldığını analiz etti. Bu sessizliğin ip uçlarını Davutoğlu’nun ideolojisinde bulan Koca’nın analiz Davutoğlu hakkına yazılmış en ufuk açıcı analiz:

Davutoğlunun öğrencilerinden bazılarıyla tanışma şansı buldum. Yazdıklarının önemli bir kısmını okudum ve bazı konuşmalarını dinledim.

Hem hakkında duyduklarım hem de okuduklarım bana esasen iyi ve ülkesi adına gayretli bir insanla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtmüştür. İş disiplini ve ahlakından da övgüyle bahsederdi tanıyanlar.

Böyle bir insandan kendi döneminde yapılan onca hukuksuzluk ve zulme karşı bir ses çıkarmasını beklersiniz.

Çıkarmadı, yapılanlara göz yumdu, ve hatta yer yer destek çıktı.

Neden? Neden “iyi” ve “akıllı” bir insan bu hale gelir?

Neden iyi niyetlerle başlayan çabalar güçle tanıştıktan sonra tanınmayacak hale gelirler? Asıl soru bu…Bu soruyu dünyaya pozitif bir katkıda bulunmaya çalışan her hareket ve birey sormalı kanaatimce.

Aynı akibeti yaşamamak için Davutoğlu’nun macerasından öğrenecek çok şey var.

Onun tavrını korkaklık, makam hırsı, ve siyasi hesaplar ile açıklayanlar olabilir. Bilemem.. Belki de. Bunlar perde arkasında olan şeyler ve söylediklerimiz bir spekulasyondan öteye gitmeyebilir.

Benim ilgimi çeken ideolojisi. Oradaki problemler. Davutoğlu’nun tepkilerini ya da tepkisizliklerini anlamak için anahtar orada bence.

Ne kadar zeki olursa olsun garip bir ideolojik kapana kısılmışlıktı onun problemi. İnandığı ideolojinin anlam dünyasının fakirliği idi mesele.

İdeolojisi olup bitenleri anlamlandıracak ve itiraz etmesini sağlayacak kavramsal yapıdan, mantıksal örgüden, geleneksel ve modern referans noktalarından, analitik dilden, ve detaydan mahrumdu.

Davutoğlu’nun ideolojisi üzerindeki makyajı kaldırdığınızda size tehditkar gözleriyle bakan bir devletçilik, ütopyacılık, hamaset, ve hayalcilik görürdünüz.

Bunlar aşinası olduğumuz şeylerdi ama işte tam da burada Davutoğlunun zekası devreye giriyordu. Ümit Kıvanç’ın da gözlemdiği gibi hamâseti felsefî bir dil ile ifade edebiliyordu. Hayalci bir yanı vardı ama bunu realist görünümlü kavramlarla ayağı yere basar bir şekilde dile getiriyordu. Suyu bulandırıyordu ve bunun için sığlığı “derinlik” zannediyorduk.

Biraz Hegel, ama çokça Fichte’den ilham almış gibiydi. Tarih felsefesi, romantik milliyetçiliği, ve bunun ifade ediş şekli doğrudan ya da dolaylı bir etkilenmeyi ima ediyordu. Onlar gibi tumturaklı, genel, ve gösterişli düşünmeyi seviyordu. Onlar gibi “tarihin sırrını çözmüştü.” Hayatın kompleks akışı karşısında kibirli bir duruş idi bu. Alman idealizmi ila alakalı problem şu idi ki Almanlara bile Nasyonel Sosyalizme karşı koyacak felsefi birikimi sağlamamıştı. Heidegger gibi bir felsefeciyi bile politik sahada körleştirecek bir mistifikasyondu bu felsefi ekol.

Tarih şuuru önemli bir yer işgal ediyordu söyleminde. Gerçeklerden uzak idealize edilmiş bir Osmanlı portresi idi karşımıza konulan. Tarihi kristalize ederek okuyan bir kafanın şimdinin kompleks halini idrak edip yönetmesi mümkün değildi.

Utopyacılık problemi vardı. Her utopyacı ideoloji gibi fertleri feda edilebilir göruyordu. Aydınlık bir geleceğin inşaasının için bazen kardeş, bazen evlat feda edilebilirdi. “Tarih” bizi affederdi.

Bu ideolojinin dil problemi vardı. Bir “dil oyunu” idi oynanan. Zevkli ama tehlikeli bir oyun. “Kadim, medeniyet, tarihin doğru tarafında durmak” vs. Gösterişli kavramlardı bunlar. Analitik ve mantıksal bir düşünce sürecinden geçirilmeden önümüze konulan bu kavramların içleri ise boştu. Bu kavramlarla hayal kurabilirdiniz ama gerçeğe değemezdiniz. Sığ bir metafizik idi yaptığı.

Dinleyenin kendi hayalleri ve kaprisleri ile dodurabileceği tehlikeli semantik boşluklar oluşturuyordu. Mesela birisi “medeniyet” kavramının içini bir dikta özlemiyle dodurursa buna karşı hiç bir şey söyleyemiyordu. Ve muhafazakar akıl bu boşluğa hayranlıkla ama boş boş bakıyordu.

Fazlaca idealisti. Her aşırı idealistin gerçek karşısındaki rahatsızlığını yaşıyordu. Hayatı kafasında inşa ettiği kafese tıkma çabası esnasında şiddeti meşru görebilirdi.Ve gördü…

Bu söylemin belki de en problemli tarafı devleti “aşkın” bir değer olarak karşımıza koymasıydı. Devlet’in aleyhine zinhar konuşmayan, devletin bekası için çok canlar yakmaya hazır bir duruştu bu. Osmanlı imparatorluğunun gevşek yapısı içinde bile problemli devlet vurgusunun “ulus devletin” dar bağlamı içerisinde ne kadar hoyrat bir araca dönüşebileceğini göremedi.

Hasılı utopyacı, hayalci,hamasi, fazlaca idealist, tepkisel, analitik olarak sığ, ve devletçi bir ideoloji teklif ediyordu.

İyi bir insandı belki ama kötü bir ideolojinin kapanına kısılmıştı. Onun macerasına bakıp fikren halledemediğiniz meseleleri fiilen de halledemeyeceğimizi anlamamız gerekiyor.

Dr. Özgür Koca, Claremont Graduate University

Yarına Bakış