“Eskiden Arnavutluk’ta yeni açılan bir okula gittiğimizde, buranın müdürü, eşi, çocukların çamaşırlarını yıkardı, ortalığı temizlerdi. Sonra aynı yerlerdeki insanları, o ülkelerin devlet adamlarıyla görüşen, aynı düzeyde adamlarmış havasına bürünür halde bulduk.’’

 

Yukarıdaki ifadeler Fehmi Koru’nun hafta sonunda Hürriyet’e verdiği röportajdan alıntı. “Cemaat güçlendikçe tavır mı değiştirdi?” sualini kendisi yukarıdaki şekilde cevaplamış. Yani dolaylı olarak evet değiştirdi, hem de çok değiştirdi demek istiyor. Ve bu değişime örnek olarak Hizmet Hareketi’nin en bilinen ve verimli olduğu sahayı, yani yurt dışında açmış olduğu eğitim kurumlarını veriyor. Sözü en iddialı oldukları kısımdaki değişim bu seviyede ise varın gerisini siz düşünün demeye getiriyor.

 

Röportajın tamamına bakarsak Koru’nun kendisine sorulan sorulara cevap verirken hem nalına hem mıhına vurma düşüncesinde olduğunu görüyoruz. Dengeyi koruyacağım endişesiyle yaptığı tespitler, -özellikle Hizmet Hareketi hakkında olanlar- gerçeklikten uzak. Ama ben röportajın genelinden ziyade özellikle yukarıdaki suale ve cevabına odaklanmak istiyorum. Zira Türk Okullarında hem öğretmen hem de idarecilik yapmış bir insan olarak sorulan soruların ve verilen cevapların bana ve bu okullarda çalışan diğer öğretmen arkadaşlara cevap hakkı doğurduğunu düşünüyorum.

 

Evet, yukarıda bahsettiğim gibi 14 sene yurt dışında açılmış olan ve halk arasında amiyane tabirle ‘Türk Okulları’ diye bilinen eğitim kurumlarında çalıştım. Sayın Koru’nun özensiz bir takdir havasında “müdürü, eşi, çocukların çamaşırlarını yıkardı, ortalığı temizlerdi.” dediği günleri de gördüm, yine suçlayıcı mahiyette “devlet adamlarıyla görüştükleri günler” diye tarif ettiği zamanlara da şahit oldum. Koru’nun ifadeleri sübjektif ve doğruyu yansıtmıyor. Doğrusunu bizzat o günleri yaşayan bir insan olarak sizlere ben anlatmak istiyorum.

 

Yurt dışında açılan Türk Okullarının temeli doksanlı yılların başında atıldı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına Batı ne kadar hazırlıklıysa, Türkiye bir o kadar hazırlıksız yakalandı. Hocaefendi Türkiye’de belki de o günleri gören ve arkadaşlarını hazırlayan tek insandı.

 

Türk Okulları, Sovyetler’in yıkılmasından sonra ilk olarak Orta Asya’da boy gösterdi. Sonrasında Balkanlar ve Afrika başta olmak üzere tüm dünyaya yayıldı. Birkaç inanmış öğretmen, gittikleri memleketlerde ihlas ve samimiyetleriyle okulların anlaşmalarını yapıp, binalarını eğitime hazır hale getirmek için çalışma başlattılar.

 

Oralara gittiklerinde -inanın bana- bu arkadaşların bir Allah’ları vardı, başka da kimseleri yoktu. Kendilerine okul yapmaları için verilen yerlerin çoğu ya karkas halinde olan binalar ya da uzun zamandır hizmet vermemiş olan eski yapılardı. Okullarını açmaya gelen arkadaşlar ellerindeki sınırlı imkânlarla çok kısa zamanda pek çok işi başarmak zorundaydılar. Her bir öğretmen, belletmen ve müdür bizzat okullarını eğitime hazırlamak için birer amele gibi çalıştılar.

 

Kısıtlı imkânlar, arkadaşların öğretmenlik ve idarecilikle birlikte ek bir kısım sorumlulukları yüklenmesini de gerekli kılıyordu. Mesela derslerden sonra kimya öğretmeni okulun pazar alışverişlerini yaparken, tarih öğretmeni yemekhane sorumlusu olarak görev yapabiliyordu. O sene yapılan hazırlıklar, bir sene sonra alınacak öğrenciler için yeterli olmayacağından dolayı, bu arkadaşlar yaz tatillerinde  üzerlerine tekrar amele elbisesi giyip okul inşaatlarındaki yerlerini alırlardı. İşte sayın Koru’nun okullara gelip de “müdürü, eşi, çocukların çamaşırlarını yıkardı, ortalığı temizlerdi.” dediği dönem bu dönemdi.

 

Sakın bu dönemler artık bitti, şimdi dört dörtlük kampüslerde eğitim veriyorlar diye düşünmeyin. Evet, ilk açılan okullar her sene gördüğü tadilat ve tamiratla belli bir keyfiyete geldi. Ama o ülkelerde yeni okul açılan başka bir şehirde veya yeni okulun açılacağı herhangi bir ülkede bu döngü aynen devam etmekte. Bugün Afrika’ya gidenler oradaki okullarda gene harç karan öğretmenlerle veya tuğla taşıyan müdürlerle karşılaşırlar.

 

Okulların açıldığı ilk dönemlerde tek problem binaların ve imkânların yetersizliği değildi. Okulların öğrenci bulma problemi de vardı. Türk Okulu açıyoruz deyince insanlar koşarak getirip çocuklarını teslim etmediler. Bilimsel sahalarda ülkenizin adını hiç duymadık, siz bize ne verebilirsiniz ki diye kurumlara şüpheyle bakanlar çok oldu. Tüm bu insanların ikna edilmesi gerekiyordu. Okulların ilk öğrencilerinin neredeyse tamamı köylere gidilerek, bütün masrafları karşılanmak üzere söz verilip okula kaydı yapılan çocuklardı.

 

İlk öğrencilerin ortaya koyduğu performans ve aldıkları nitelikli terbiye okulların devlet memurlarının da çocuklarını okutmak için tercih ettiği kurumlar halini almasına sebep oldu. En son aşamada ise başta devlet başkanları olmak üzere pek çok üst düzey devair-i devletin çocukları bu okullarda okumaya başladı.

 

Benim görev yaptığım dönemlerde bir müsteşar gelip “Allah aşkına çocuğumu başka nereye götürebilirim? Hem uluslararası standartlarda eğitim veriyorsunuz, hem de evrensel ahlaki erdemleri çocuklara çok güzel bir şekilde öğretiyorsunuz. Benim gibi bir insanın çocuğunun heba olması ne demek biliyor musun?” diye bana sormuştu. İşte gene sayın Koru’nun “devlet adamlarıyla görüşüp, aynı düzeyde adamlarmış havasına büründüler.” dediği dönem de bu dönemdi.

 

Şimdi gelelim değişim iddiasının geçersizliğine: En değerli varlığımı sana emanet etmek istiyorum diyen bir devlet büyüğüne, bu okullarda görev yapan idarecilerin : “Kusura bakma ben senin çocuğunu alamam. Sen onu götür Amerikan Okullarına ver. Ne işi var Türk Okullarında?”  diyecek halleri yoktu. Hem milletimiz hem de devletimiz adına büyük bir şeref olan bu vazifeyi cana minnet görüp kabul ettiler. Ve gene elbette devlet başkanının, milletvekilinin çocuğunu torununu okutan bu arkadaşlar kendileriyle okul velisi olmaları münasebetiyle muhatap da oldular.

HABERİN DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ!

Kaynak: Arif Özutku/İdeal Haber

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...