Biraz gecikmeli oldu. Fakat şimdi bakıldığında 28 Şubat süreci İsviçre çakısı gibi, herkesin elinde işlevsel bir mağduriyet oyuncağı oldu adeta.
Bizzat sürecin aktörleri olan medyanın kalemleri bile o dönemin figürleri sanki kendileri değilmiş gibi, toplumun hafızasıyla alay edercesine yazıp çizmeleri ayrı bir enteresanlık oluyor tabii…
Ne günlerdi oysa…
Devrin muktedirleri, iktidarlarının hiç bitmeyeceğini düşünüyor, akla hayale gelmedik uygulamaları ve zulümleri millete reva görüyor, üstelik bunu vatan/millet adına yaptıklarına inanıyor ve inandırmak istiyorlardı. Ne günlerdi…
Muktedir, kendisi gibi olmayan herkesi hain olarak görüyor ve iç düşman konseptiyle nefes aldırmıyordu. Fişleme, damgalama, adam kayırmanın haddi hesabı yoktu.
İmtihanlarda yüksek puan alan memur adaylarına mülakatlar düzenleniyor ve başarı buna göre belirleniyordu. Kadrolaşma, torpil şaha kalkmış, fişlemenin, yaftalamanın şahikası yaşanıyordu…
Düşman olarak görülenler, ekonomik ve idari baskı altına alınıyor, bunlardan alış veriş yapanlar takibata uğruyor, alenen tehdit ediliyordu.
Böyle günlerdi işte…
Suçsuz insanlar proje mahkemelere çıkarılıyor, dava bombardımanları ile sindirilmek isteniyor, hukuk bir silah olarak kullanılmaya çalışılıyordu.
Okullar, yurtlar, hatta kreşler basılıyor, çocukların yatak altlarında terör materyalleri aranıyor, olmadı mevzuat bir silah gibi kullanılarak, kapının genişliğinden çöp sepetinin çapına kadar bir dolu gerekçe ile muktedirin hoşlanmadığı kurumlar kapatılmak isteniyordu. Çocuklar hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanıyor, masum kadınlara kelepçe takılıyordu. Dua kitapları suç delili sayılıyor, kurban vermek terör eylemi olarak kabul ediliyordu.
Zor zamanlardı ve akıl tutulması bir şekilde ülkeyi esir almıştı adeta.
Nefretin zehirli buğusu solundukça, toplum daha da çok kamplara ayrıştırılıyor, ‘bizden değilsen hainsin’ diskuru dilden dile geziyordu.
Muhalif olarak görülen yayın organlarına baskı yapılıyor, olmadı el konuluyor, yine olmadı kapatılıyordu. Bir tek muktedirin hoşuna gidecek yayınlara sınırsız özgürlük tanınıyordu. Gazeteciler, televizyoncular, bırakınız muhalif tek kelime etmeyi, güç sahiplerini övüp, biat etmedikçe potansiyel hain olarak görülüyor, dış güçlerle işbirliği yaptıkları söyleniyordu.
Doğru her gün değişebiliyordu yine o günlerde. Bırakınız birkaç yıl önce yapılıp, söylenenlerden U dönüşü yapılmasını, sabah denilen akşam inkâr edilebiliyor, doğru ve yanlış birilerinin tekelinde efektif olarak konumlanıyordu.
Suç ve suçlu kavramı da iğdiş edildi o süreçte. Dürüstlük sürülme, kovulma, hapse atılma sebebi olabiliyordu mesela. Buna karşılık yıkama, yağlama, övme, abartma, yanıltma kahramanlıkla eş olarak görülüyordu ayrıca. Doğruyu söyler gibi olanlar, anında linç ediliyor, ne hainlikleri kalıyordu, ne casuslukları.
Kanunlar, bizzat uyması gerekenler tarafından fütursuzca çiğneniyor, bizzat yetkililer, ‘tanımıyorum’ diyebiliyor ve hatta mülki amirlere, ‘siz de tanımayın’ şeklinde nasihat veriyordu o dönemde.
Bitmek bilmeyen bir iç ve dış düşman bereketi vardı o vakitler. Bütün dünya işini gücünü bırakmış ülkemizi batırmaya uğraşıyor, zaten yerli işbirlikçiler de buna dünden teşne olmaya hazır erketede bekliyordu misal.
Her gün ölü haberi gelmesi vaka-yı adiyedendi. Şehirlerde bombalar patlıyor, masum insanlar katlediliyor, buna karşılık kimse sorumluluğu üstlenmediği gibi, bu konuda endişesini ifade edenler hainlerin ta kendileri oluveriyordu.
Ne günlerdi o günler!
NEDİM HAZAR- ZAMAN





