Dünyanın bir ucundaki Ekvador’la bile gerilim üretmeyi beceren dış politikadaki perişan halimiz ve Ortadoğu’da karşı karşıya olduğumuz vahim tablo gerçekten çok kaygı verici. Ülke içinde yapılan yanlışların da kuşkusuz acı sonuçları olur. Ekonomi zarar görür. Halk fakirleşir. Bazı kesimler acı çeker. Uluslararası yarışta ülke küme düşer. Yeni bir anlayışla bunlar telafi edilebilir.
Oysa dış politikadaki yanlışları telafi etmek her zaman mümkün olmayabilir. İttihatçıların yönetimindeki Osmanlı’nın maceracı bir zihniyetle Balkan Harbi’ne veya I. Dünya Savaşı’na girmesinin sonuçlarını düşünün. Üç kıtada kaç asır hüküm sürmüş bir imparatorluk, sadece Anadolu’ya sıkışmış bir ulus devlet haline geliverdi. Kuşkusuz bunda, İttihatçıların devletteki tecrübeyi göz ardı etmesi, devlet kurumlarını politize etmesi ve farklı düşünenleri baskı altına alması da etkili oldu. Çanakkale ve İstiklal savaşlarında ecdadımızın ortaya koyduğu büyük kahramanlık olmasa belki Anadolu bile elimizde kalmayacaktı.
Saddam’ın, bir vilayeti olarak gördüğü Kuveyt’i fethetme girişiminin Irak’ı ne hale getirdiğini hep beraber gördük. Yine yakın dönemde Miloseviç’in ırkçı ve dengesiz politikalarının Yugoslavya’nın kaç parçaya bölünüp buharlaşmasına yol açtığı da ortada.
Bu tecrübelerden ve bizim tarihimizden çıkarılan acı derslerin etkisiyle modern Türkiye dış politikada hep aşırı dengeli ve soğukkanlı bir çizgi izlemeyi tercih etti. Aslında bu politika, 200 yıldır kendi bağımsızlığını kendi gücünden çok, büyük güçler arasındaki dengeden yararlanarak koruyabildiği gerçeğinin de bir sonucuydu. Bu çizgiye korkaklık, statükoculuk, Batıcılık vb. eleştirilerde bulunanlar da acı gerçeklerle karşılaştığında aynı tepkileri vermek zorunda kaldılar. Suriye’nin füze saldırısı gündeme geldiğinde beğenmedikleri NATO’dan patriot istemek veya Rus uçağı krizinde NATO’yu acil toplantıya çağırmak gibi.

Savrulmanın nedenleri
Peki diplomasi alanında devlete hakim olan bu dengeli ve soğukkanlı yaklaşıma ne oldu ki, dış politikada ciddi savrulmalar yaşıyoruz? Aynı anda hem ABD hem Rusya ile karşı karşıya gelmeyi beceriyoruz? Ülkeyi yönetenler, daha dün “terör devleti” dedikleri İsrail’i şimdi “dost ülke” ilan ediyor. Dün her türlü kötülüğün kaynağı dedikleri Yahudi lobisiyle işbirliğine girişiyorlar. Dün İhvan için Mısır’la ilişkileri koparıp, bugün Sisi ile uzlaşmaya çalışıyorlar. Cumhuriyet tarihinde hiç görülmedik bir politikayla komşu ülkede savaşan gruplara silah dahil her türlü destek veriyorlar. Dün liderleri Salih Müslim’i Ankara’ya davet ettikleri, başbakan düzeyinde “Kobani’ye selam olsun” dedikleri, sınırdan koridor açarak destek verdikleri PYD’nin bugün terörist olduğunu keşfedip düşman ilan ediyorlar. Soğukkanlı ve dengeli bir diplomasi geleneğine sahip bir devlet dün dediğini nasıl inkar ederek kendi ağırlığını sıfırlayan acıklı bir duruma düşer!
Savrulmanın önemli nedenlerinden biri, dış politikayı iç politikanın bir malzemesi olarak kullanmak. Mağdur Filistinlilerin yanında olmak, Mısır’da darbeye karşı çıkmak, Suriye rejiminin ezdiği mazlumlara sahip çıkmak doğru ve insani politikalar. Ama popülist bir yaklaşımla bunları iç siyasetin malzemesi haline getirmek dış politikaya sadece zarar verir. Verdi de.
Türkiye dış politikada en zor günlerini yaşıyor
Eski Dışişleri Bakanı, emekli büyükelçi ve Zaman yazarı Yaşar Yakış, kısa süre önce yayın toplantımıza katılıp tecrübelerini paylaşmıştı. Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye’de büyükelçi olarak görev yapmış olan Yakış, bu soruya cevap vermeden önce Osmanlı’dan beri Dışişleri’nde devam eden bir devlet geleneğini anlattı. Dış politikayla ilgili bir karar verilirken, ilgili ülkede görev yapan diplomatlardan başlayarak Dışişleri müsteşarına kadar herkes kademe kademe görüşünü farklı renkte bir kalemle yazıyordu. Hem var olan tecrübenin tümünden yararlanılmış hem de tarih ve gelecek kuşaklar için hangi kararların hangi saiklerle alındığını gösteren vesikalar bırakılmış oluyordu. Birkaç asırlık bu geleneğin yerini şimdi ayak üstü verilen, yeterince ölçülüp tartılmamış, ‘ben yaptım oldu’ türünden kararlara bırakmış durumda. Sonuç ortada. Osmanlı ve Cumhuriyet tecrübesini göz ardı eden Türkiye belki de dış politikada en zor günlerini yaşıyor.
Dış politikada yenilik de olabilir. Ama bunun bir maceraya dönüşmemesi için tarihi tecrübe ve devlet geleneği süzgecinden geçirilmesi, kendi kapasitemizin ve uluslararası dengelerin soğukkanlı biçimde analiz edilmesi gerekir. Bu ölçülere dikkat eden Türkiye, mesela 1980’lerde 8 yıl süren İran-Irak savaşında Turgut Özal, iki ülkeyle de iyi ilişkilerini sürdürüp yanı başındaki bu büyük krizden ekonomik olarak da kazançlı çıkmayı başarmıştı. Yine Soğuk Savaş’a rağmen Sovyetler’le ekonomik ilişkiler kurulmuştu.
Bu ölçülere dikkat edilmezse Esed rejimini yıkıp Şam’da cuma namazı kılmaya heveslenirken, sınırında IŞİD veya PKK gibi örgütlerin kuracağı devletleri bulabilirsin.
Bugün itibarıyla Türkiye’nin dünyaya ve Ortadoğu’ya yapacağı en büyük katkı, nüfusunun çoğu Müslüman bir ülke olarak demokrasi ve hukukun üstünlüğüne bağlı, ekonomisi güçlü, dış politikada İslam dünyasından Batı’ya, Rusya’dan Afrika’ya herkesle iyi ilişkilere sahip bir ülke olmaktır. Bunun dışındaki çıkmaz sokaklarda sadece vakit ve enerji kaybediyoruz.

Fikre karşı fikirle mücadele edilir
Hafta içinde Yeni Şafak ve Yeni Akit gazetelerine molotoflu, silahlı saldırı oldu. Fikirlere karşı silahla, hapisle, tehditle mücadele edilmez. Tarih boyunca hiçbir fikir zorbalıkla ortadan kaldırılamamıştır.
Medyayı baskı altına alma, tehdit etme ve susturmaya yönelik her girişim demokrasiye saldırıdır. Şiddetle kınıyor, bir an önce faillerinden hesap sorulmasını diliyorum. Çizgileri farklı tüm medya gruplarının bu saldırıları kınaması, iktidara yakın yayın yapan medya kurumlarını düşündürmesi gerekir. Çünkü iki makale bir haberden dolayı Zaman’a polis baskını yapıldığında “İnlerine girildi” gibi çirkin manşetler atmışlardı. Hürriyet saldırıya uğradığında, Bugün TV, Kanaltürk ve STV ekranları karartıldığında, Can Dündar, Mehmet Baransu gibi gazeteciler hapse atıldığında “geçmiş olsun” bile dilememişlerdi.

Müslümanlığınız bu mu?
13 yıl önce muhafazakâr demokrat kimliğiyle toplumda geniş kesimlerin desteğini alarak iktidara yürüyen AK Parti, öyle günler yaşatıyor ki, artık muhafazakârlığından da demokratlığından da söz etmek çok zor. Müslüman kimliğini saklamadan demokrat olunabileceği ümidini veren iktidar, son dönemde yaptıklarıyla artık kendisine “Bu mu sizin Müslümanlığınız, bu mu dilden düşürmediğiniz Osmanlıcılığınız” dedirtiyor.
Sadece ülkemizin değil dünyanın takdirini kazanan, yıllardır herkesin çocuklarını gönül rahatlığıyla gönderdiği başarılı bazı özel okullara kayyım atanarak el kondu. Kahramanmaraş’ın kurtuluşunda büyük payı olan Sütçü İmam’ın torunu, onlarca okul yaptırmış, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş ismiyle müsemma bir Osmanlı kadını Melek İpek Ankara’daki evinden resmen atıldı, İstanbul’daki evinde de ceberut kişilerce adeta hapis hayatı yaşatılmaya başlandı. Tefsir derslerinden yüce kitabımızın hatmine dini konularda nezih yayın yapan herkul.org sitesi yasaklandı. 2 yıldır büyük emeklerle inşa edilen Mahmud Efendi Hazretleri adına yaptırılan içinde Kur’an kursu, aşevi ve caminin olduğu külliyenin büyük bir kısmı yıkıldı.
Bu hafta içinde AK Parti’nin kurucu isimlerinden Hüseyin Çelik partisinin bu kötü dönüşümünü eleştirmişti. Çelik, Koza İpek grubuna yapılanlara “gasp” dedi. Hizmet Hareketi’ne yapılan zulmün paranoyaya dönüştüğünü söyledi.
Okullara el koyan, gazeteleri, dershaneleri polisle basan ve kapatan, insanları kendi evlerinden çıkaran, Kur’an ve sünnet yolunda yayın yapan bir siteyi kapatan, inşa edilmiş külliyeyi yıkan bir zihniyetin Doğu Perinçek’i mutlu etmesi şaşırtıcı değil.






