Hak arayışı, insanlık tarihinin en kadim ve onurlu çabalarından biridir. Bazı durumlarda, hakikati dillendirmek yalnızca bireysel bir eylem değil, kolektif bir sorumluluk ve çoğu zaman bedeli ağır bir tercihe dönüşür. Öyle anlar olur ki insan, konuştuğunda yalnızca kendi benliğini değil, aidiyet duyduğu camiayı da hedefe koyar; sustuğundaysa kendi hakikatine sırtını dönmüş gibi hisseder. Bu yazı, tam da bu ikilem üzerinde duracaktır: Sözün zarar verdiği, suskunluğun ise bir tür inkâr gibi algılandığı bir varoluşsal düğüm üzerine.
Bu psikolojik durumun çekirdeğinde, çifte bağlanma (double bind) olarak bilinen ve kişinin ne yaparsa yapsın cezalandırılacağı bir ikili tuzak yatar.
Gregory Bateson’un iletişim kuramına dayanan bu kavram, bireyin birbiriyle çelişen iki mesaj arasında sıkışması sonucu gelişir. Bir yanda “doğruyu söyle” çağrısı, diğer yanda “söylediğin doğrular, seni ve bağlı olduklarını yok edecek” tehdidi vardır. Bu hal, yalnızca iletişimsel değil, aynı zamanda varoluşsal bir çıkmazdır. Çünkü insan yalnızca yaşayan değil, aynı zamanda ifade eden bir varlıktır. Suskunluk uzun sürdüğünde insanı içeriden çürütür; ifade ise dışarıdan saldırıya açık hâle getirir.
Bu tür çelişkili durumlarda ağırlaşan bir diğer yük de temsiliyet baskısıdır. Modern dünyada, özellikle siyasal ya da dini bir camiaya mensup bireyler, giderek artan biçimde kolektif kimliklerinin “temsilcisi” olarak konumlandırılmaktadır. Bu temsiliyet, çoğu zaman gönüllü değil; yüklenilen bir roldür. Söz söyleyenin ağzı değil, arkasındaki topluluk konuşur gibi algılanır. Bu nedenle bireyin en samimi, en kişisel ifadesi bile, dışarıda kolektif bir ideolojinin ya da grubun “resmî tutumu” gibi okunabilir. Bu noktada, birey ile kolektif arasındaki sınırlar silinir; ifade ile propaganda arasındaki çizgi bulanıklaşır. Böyle bir atmosferde söylenen her söz, yalnızca bireyin değil, onunla birlikte anılan herkesin aleyhine kullanılabilecek bir mermiye dönüşür. Burada bir başka boyut olarak düşmanca manipülasyon stratejileri devreye girer. Sözün bağlamından koparılması, anlamının tersyüz edilmesi ve “delil”e dönüştürülmesi, özellikle otoriter ya da popülist yapıların çokça kullandığı bir yöntemdir. Michel Foucault’nun “iktidarın dil üzerindeki tahakkümü” teorisi tam da bu noktada aydınlatıcıdır: İfade, özgürlük değil denetim altına alınması gereken bir güçtür. Bu güç, kontrol edildiği ölçüde iktidara hizmet eder; kontrolden çıktığında yok edilmesi gerekir. Böyle bir bağlamda konuşmak, yalnızca bir ifade değil, bir direniş eylemidir. Ancak bu direnişin bedeli bazen çok kişisel, bazen kolektif olur.
İnsanı bu kıskacın içine hapseden durum, aynı zamanda derin bir ahlaki açmazdır. Hannah Arendt’in deyimiyle, insan neyin doğru olduğunu bildiği halde, onun gereklerini yerine getiremediğinde gerçek trajedi başlar. Sözünüzün, hakikat adına çıktığı yolda başkalarını yaralayabileceğini bilmek, adalet duygusunu sessizliğe mahkûm edebilir. Ne var ki bu suskunluk, zamanla içsel bir çatışmaya dönüşür. İnsanın kendiyle olan ilişkisi, kendi adalet duygusuyla olan uyumu zedelenir. Freud’un “vicdan azabı” kavramıyla ifade ettiği bu içsel rahatsızlık, kişinin kendi gözünde anlamını yitirmesine yol açabilir.
Peki, böyle bir durumda ne yapılabilir? Sözden uzak durmak bir çözüm müdür? Ya da sözü yeniden kurmak, yeniden biçimlendirmek mi gerekir?
Burada “stratejik ifade” ve “sessizlik etiği” kavramları öne çıkar. Stratejik ifade, hakikati doğrudan söylemektense, onu dolaylı ve estetik biçimlerde dile getirmeyi içerir. Edebi anlatım, mecaz, hikâyeler, simgeler ve alegoriler bu bağlamda güçlü araçlara dönüşür. Böylece hem ifade özgürlüğü korunur, hem de düşmanların manipülasyonuna açık “düz metin” tehdidi azaltılmış olur. Diğer yandan, sessizlik etiği, pasif bir kaçış değil, aktif bir duruş olabilir. Bazen susmak, hakikatin daha sonra daha güçlü bir biçimde konuşabilmesi için gerekli bir bekleyiştir. Konuşmanın zemini kaygan olduğunda, sessizlik bir tür stratejik sabırdır.
Sonuç olarak, hak aramanın kendisi bir direniş, bu hakikati dillendirme biçimi ise bir sanattır. Zor olan yalnızca konuşmak değil, konuşmanın zamanını, biçimini ve bağlamını tayin etmektir. Düşmanlarınız sözünüzü silaha dönüştürüyorsa, bu silahın menzilini değiştirmek, hatta gerekirse sözün biçimini yeniden tasarlamak gerekir. Aksi takdirde, hakikat uğruna konuşurken, hem kendinize hem başkalarına zarar verebilirsiniz. Bu durumun içinden çıkış, ne mutlak sessizliktedir ne de sınırsız açıklıktadır. Çıkış, hikmetli ifade, yük paylaşımı ve ahlaki dengededir.
Yazar: Prof. Dr. Ahmet Bedir