So zamanlarda Türk düşünce hayatına ilginç bir yerden giriş yapan Mavi Yorum sitesi bugün Ramazan’ın sorusunu sordu: Mars’ta oruç kaç saat?  Dr. Fevzi Bilgin dini hükümler ve bilimsel bilginin örtüştüğü ve ayrıştığı noktalara dari analizini bu çok çarpıcı soruyla birleştirip ilginç bir yazı yazdı. İşte o yazı

‘Mars da nereden çıktı?’ diyebilirsiniz. Çok uzak olmayan bir gelecekte, Mars’ın insanlar tarafından kolonileştirilmesi süreci başlayacak. NASA yanında, Elon Musk, Bas Lansdorp gibi vizyoner yatırımcılar bu konu üzerinde çalışıyorlar. Geçen yıl gösterime giren Marslı (The Martian) filmi bu çabanın en gerçekçi yansımalarından birisiydi. Filmin kahramanı, takım arkadaşlarının gezegenden aniden ayrılmak zorunda kalması sonucu Mars’ta mahsur kalan ve yetiştirdiği patateslerle hayatını devam ettiren bir bilim adamıydı. Bu bilim adamı dindar bir Müslüman olsaydı, canını kurtarıp karnını doyurduktan sonra muhtemelen nasıl namaz kılacağını ve Ramazan ayı geldiğinde nasıl oruç tutacağını düşünecekti.

Temel dini hükümler zaman ve mekan üstü olduğu kabul edildiğinden, bunların Mars’ta da uygulanmaması için bir sebep olmaması gerekiyor. Diyelim ki Mars’a gönderilecek insanlar arasında düzenli oruç tutan Müslümanlar da var. Bu kişiler, Mars’ta da bu ibadeti yerine getirmek istiyorlar. Bunu nasıl yapacaklar? Tabii ki, temel İslam kaynaklarında yer alan kıstasları içinde bulundukları ortama uyarlamaya çalışacaklar. Bazı kıyaslar mümkün. Mesela SOL adı verilen bir Mars gününün uzunluğu neredeyse bir Dünya günü kadar (24 saat 37 dakika). Diğer bir benzerlik de Mars’ın eksen açısının (25 derece) Dünya’nın açısına (23,5 derece) çok yakın olması. Dolayısıyla yıl içerisinde gündüz ve gecenin uzunluğu, yine Dünya’da olduğu gibi farklılaşıyor; 9 ila 15 saat arasında değişiklik gösteriyor. Buraya kadar her şey güzel. Mars güneş etrafındaki dönüşünü 687 Dünya gününde tamamlıyor. Yani, bir yılı yaklaşık iki dünya yılına karşılık geliyor. Bu sorun da bir yıla iki Ramazan ayı yerleştirerek aşılabilir. Ne var ki bundan sonra işler zorlaşıyor.

Bilindiği gibi Ramazan, kameri bir ay. Yani Dünyanın uydusu olan Ay’ın 29-30 gün süren devrelerine göre belirleniyor. İslami geleneğe göre, Ramazan’ın başlangıç ve bitişi bu devrenin başında ve sonunda oluşan hilalin görülmesiyle gerçekleşiyor. Bunu çıplak gözle göremeyenler de, muhtemel görme açısını önceden hesap ederek takvimlerini kesinleştiriyorlar. Uzak mesafeden dolayı Marslı kolonizatörlerimizin Dünya’nın uydusu olan Ay’ı gözleriyle görme imkanı bulunmayacak. Mars’ın iki uydusu var ama bunlarla ilgili bir hüküm de yok kaynaklarda. Bu durumda kolonizatörlerimizin oturup müzakere etmeleri gerekecek: Ya bir şekilde Dünya’daki dindaşlarını takip etmeye çalışacaklar ya da beraberce Mars’a uygun bir Ramazan ve oruç pratiği geliştirecekler. Her iki durumda da ulaşılacak hüküm müzakere edilmiş bireysel tercihlerin bir ürünü olacaktır.

Dini Hükümler ve Bilim

Din ve dini kuralların bilimin süzgecinden geçme zorunluluğu yok. Modern bilim de dini bilgiyi veri olarak kabul etmeyebiliyor. Çoğu zaman ayrı kulvarlarda ilerliyorlar. Din ve bilim arasındaki ilişki bazen zıtlıklar, bazen de uyum içeriyor. Birtakım bilimsel bulgular dini dogmaları sarsarken başkaları da destekliyor. Bazen din, bilimsel bilgiyi ilahi irade ve kudretin bir yansıması olarak görüp içselleştirebiliyor, bazen de aşırı bulup yadsıyor. Dolayısıyla din ile modern bilim arasında diyalektik bir ilişki olduğu söylenebilir. Peki bu ilişki insan hayatına nasıl yansıyor?

Din gereklerinin bilimi tetiklediği bir gerçek. Mesela İslam geleneğinde astronomiye olan özel ilginin ibadet takvimini, namaz ve oruç vakitlerini, kıble yönünü tespit etme ihtiyacından olduğu söylenir. Temel İslami kaynaklarda sıradan bir insanın anlayabileceği şekilde ortaya konan vakit parametreleri, bilimsel çabayla daha kesin ve net kıstaslara ulaşmış durumda. Elbette, bu türlü bilimsel bilgi, bir dindarın hayatın kolaylaştırıyor. Ne zaman namaz kılması ya da oruç tutması gerektiğini sürekli olarak hesaplamak zorunda değil. Bunlara uymayıp, hala geleneksel yöntemlerde direnenlere, mesela Ramazan ayında çıplak gözle hilal gözleyenlere folklorik bir değer olarak bakılıyor.

Öte yandan, daha geleneksel ve zahiri hükümlerin de belli bir esnekliği var. Mesela yine yukarıdaki örnekte, evinin çatısına çıkıp hilal gören kişi, gönül rahatlığıyla oruca başlıyor ya da bitmişse bayram yapıyor. Astronomik verilere dayanarak ‘İzlanda’da oruç 22 saat olacak’ gibi katı ve insan takatını aşan bir hüküm dikte eden din otoritelerine karşı, Alaska’daki bir camiinin cemaati, ‘gecenin gündüzden ayrılması’ gibi bir şey tecrübe etmediklerinden ötürü, iftar ve sahur vakitlerini Mekke saatine göre ayarlayabiliyor. Umman’da kayalık ve az güneş gören bir vadide yaşayan bir köy halkı, güneşin doğuş ve batışını yörelerinin astronomik konumuna göre değil, gözleriyle tayin ediyorlar ve bunun sonucu olarak Haziran ayında 3 saat oruç tutuyorlar. Kutuplara yakın bölgelerde yaşayan kimi Müslümanlar, içinde bulundukları mevsime göre, kaynaklardaki kıstaslara göre vakit tayininin mümkün olmamasından ötürü namazı 4 ya da 3 vakte indirebiliyor. Bütün bu örneklerde öne çıkan nokta, hükümlerin verilişinde insan faktörünün, diğer bir deyişle, müzakere edilmiş bireysel tercihlerin merkezi olmasıdır. Tercihte bulunan da bu tercihi kendilerine uygulayan da aynı kişilerdir.

Dolayısıyla, bilimsel bilgiyi dine uyarlayarak hüküm vermek, bir yandan dini pratiğin uygulamasını daha kesin verilere bağlarken, bir taraftan da katılaştırıyor. Her Ramazan ayında orucu neyin bozduğu konusunda havada uçuşan binlerce sorular, bu ibadetin hikmetini kavramaktan çok bir eylemi rasyonelleştirme çabasıdır. Bu çaba arttıkça, ibadet rijid bir hal alıyor. Dini pratiği rasyonelleştirmenin maliyeti, kozmik bir varlığın parçası olma ve bu varlık içinde kendi varlığını anlamlandırma olarak özetlenebilecek dini inancın sağladığı haz ve gizemin kaybolması olarak ortaya çıkıyor. Max Weber’in tespitiyle bu kayıp (Entzauberung) modern toplumların bir karakteristiği.

Bununla birlikte din ve bilim aynı sey değildir. Mesela bilime aykırı hareketin cezası bu dünyada ve çoğu zaman hemen geliyor. Yüksekten atlarsanız, düşersiniz; hastalanınca ilaç almazsanız ölürsünüz; evinizi fizik kurallarına göre inşa etmezseniz yıkılır. Dini kurallara uymamanın cezası ise öte dünyaya kalabilir. Tevbe, af mekanizmaları devreye girebilir. Çünkü din, esasında, insani bir olgu ve gönüllü kabule dayanıyor. Bilim veya bilimin işaret ettiği tabiat kanunları ise gönüllülük kabule etmez. Dolayısıyla,bilimin katılığını dine uyarlamak, dinin insani boyutunu ortadan kaldırabildiğinden belki de dine yapılan en büyük kötülüklerden birisi sayılabilir.

Dini Pratikte Bireysel Tercihlerin Önceliği

Son zamanlarda İslam’a yöneltilen eleştirilerin – aşırılık, şiddet, kadın hakları vb. – temelinde dini hükümlerin katılığı ve zamanın şartlarına uyum zorluğu yatmaktadır. Esasında, İslam hukuk geleneğini şekillendirmiş fıkıh ilmi son derece sofistike ve kapsamlı bir disiplindir. Fıkhı meslek edinmiş fakihler, her meseleyi en ince ayrıntısına kadar ele alıp, fıkhı bir tür hesap makinesi kesinliğine ulaştırmaya çalışmışlardır. Fıkıh ilminin ilk 4-5 asırda zirveye ulaştığı ve insan aklına gelebilecek her türlü sorunu ele aldığı düşünülür. Bu gelişmenin paradoksal bir sonucu ise, öncesinde çok daha dinamik ve katılımcı olan fıkhın katılaşması, mekanik bir hal olması ve zamanla tamamıyla donmasıdır.

Bugün katı, aşırı, gerici olarak algılanan yaklaşımlar, fıkhın donmuş hükümlerini, zamanın ruhunu ve bireylerin içinde bulunduğu şartları gözetmeksizin uygulamak istemektedirler. Bunlara gösterilen tepkinin temelinde yeni şartların ortaya çıkması yanında, bu yaklaşımların bireysel tercihleri dikkate almaması ve hatta bastırması yatmaktadır. Mesela orucun zorluğunu takdir edecek kişi ancak orucu tutan kişinin kendisi olabilir. Kur’an-ı Kerim’de orucu düzenleyen ayetler (2: 183-187) doğrudan oruç tutanlara hitap eder. Bu bağlamda, dini bir otoritenin ya da toplumun baskısı bu ibadetlerin bireysel ruhunu ortadan kaldırır. Bunun ötesinde, geçmiş dönemlerden farklı olarak, toplumun büyük bir kesiminin okuma yazma bildiği, tüm dini kaynaklara rahatlıkla ulaşabildiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu türlü kabiliyetlere sahip inançlı ve istekli bireylerin, dini pratik sözkonusu olduğunda da kendi hükümlerini kendilerinin vermesi, kendi tercihlerini kendilerinin yapmasından daha tabii bir şey olamaz. İnsanlığın geldiği nokta, teknolojik gelişmeler ve demokratik kültür, kararlar ve hükümler ile bunların muhatapları arasında bir simetri öngörüyor. Bu düşünce ilk bakışta mevcut din anlayışına aykırı gibi gelse de dinin de bir sosyal olgu olduğu ve sosyal trendlere tabi olduğu unutulmamalıdır.