Evvelki gün, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağı yüzünden, açlıktan ve soğuktan ölmek üzere olan yaşlı bir çifti asker kurtardı. Tek başına bu hadise dahi bölgede yaşananları bize anlatmaya yetmiyor mu? Sokağa çıkma yasağının ardındaki acıları, dramı gözler önüne sermiyor mu? Bunun sorumlusu tek başına PKK mı? İhtiyaçlarını karşılamak üzere beyaz bayraklarla evlerini terk edenlerin başına gelenleri biliyoruz. Sokak ortasında kalan cesetlerden de zaman zaman söz ediliyor. Ya da morgda bekletilen ve bir türlü kaldırılamayan cenazelerden. “Sorumlu PKK” deyip işin içinden sıyrılmak, Kandil’dekileri lanetlemek yeter mi? Bu ülkeyi nasıl yönetiyorsunuz? Ne hale getirdiniz! 7 Haziran öncesi ateşkes vardı. Herkes barış umudu taşıyordu. Ne oldu da bu çatışma başladı?
Ne oldu, size söyleyeyim: HDP’nin oyları yüzde 13’e çıktı; çatışmanın durması sivil siyasete yaradı; HDP güçlendi. Üstelik o HDP, Tayyip Erdoğan’ın önerdiği Türk tipi Başkanlık sisteminin önünde en büyük engeldi.
BAŞKANLIK PAZARLIĞI
Biraz eskilere dönelim… Barış süreci, 2013’te, Öcalan’ın girişimiyle başladı. 23 Şubat 2013 tarihli İmralı Tutanakları, Milliyet’te yayınlanınca, kıyamet koptu (28 Şubat 2013). Erdoğan’ın bu kadar öfkelenmesinin sebebi, Öcalan tarafından AK Parti’ye verilen sözün kamuoyu tarafından öğrenilmesiydi. Öcalan, aynen şöyle diyordu: “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip (Erdoğan) Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.”
Bugün geldiğimiz noktadan, sürecin ilk günlerine baktığımızda, AK Parti tarafının barış müzakerelerindeki samimiyetsizliği de ortaya çıkıyor. Amaç, çatışmayı sonlandırmak, uzlaşma sağlayarak birlikte huzur içinde yaşayabileceğimiz bir ülkeyi inşa etmek değilmiş. Meğer Erdoğan’ın talep ettiği Türk tipi Başkanlık sistemi, pazarlık masasına konulmuş.
Hatırlayalım… Müzakereler, bizi 28 Şubat’ta (2015) Dolmabahçe mutabakatına kadar götürdü. O toplantıda Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın yazılı niyet beyanını kamuoyuyla paylaştı. Öcalan aynen şöyle diyordu: “Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde, silahlı mücadeleyi bırakma temelinde, stratejik ve tarihi kararı vermek için PKK’yı, bahar aylarında, olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum. Bu davet, silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihi bir niyet beyanıdır.”
O gün, yandaş gazeteler, Türkiye içinde silah bırakma kararının sevincini yansıtıyordu. Sadece onlar değil, hepimiz bu olumlu gidişattan dolayı memnun olmuştuk.
17 Mart 2015’te, Selahattin Demirtaş, Tayyip Erdoğan’a “Seni Başkan yaptırmayacağız.” dedi.
20 Mart’ta, Erdoğan, İmralı tarafından önerilen ve AK Parti hükümeti tarafından da kabul edilen İzleme Heyeti kurulmasına “Ben bundan hoşlanmadım; benim bundan haberim yok” diye karşı çıktı.
Başkanlığı alamadığı için AK Parti, daha doğrusu Tayyip Erdoğan, süreci sonlandırdı. Hatta, Bülent Arınç, bundan dolayı Erdoğan’ı eleştirdi. “Sorumluluk hükümetimizin üzerindedir. Biz, İzleme Heyeti’ne ihtiyaç olduğunu, bunun faydalı olabileceğini düşünüyoruz. Hükümet olarak bunu uygulamaya kararlıyız. Sadece bu değil, bunun arkasından da önemli yenilikler gelecektir. Biz buna da hazırız.” dedi. Ama Arınç’ın vaatleri, AKSaray’ın duvarına çarptı ve gerçekleşemedi.
TERÖRDEN OY DEVŞİRME
7 Haziran’dan (2015) sonra da terörden oy devşirme politikası başladı. AK Parti, tek başına iktidar olamadığı için istikrar sağlanamadığı propagandası yapıldı. Kuşkulu bir şekilde, Urfa Ceylanpınar’da 2 polis, evlerinde enselerinden vuruldu (27 Temmuz 2015). Bunun üzerine, Kandil bombalandı ve ateşkes sona erdirildi. O gün, bugündür, yaygınlaşan şiddet eylemleriyle karşı karşıyayız. Türkiye’de iç savaş manzaraları yaşanıyor.
Hükümet ise bizim sürekli PKK’yı lanetlememizi istiyor. Lânet olsun PKK’ya da terör eylemlerine de… Ama lanet yağdırmakla ülkeye barış gelmiyor. Güneydoğu’da hayatını kaybeden onlarca sivil var ve bir o kadar da şehit… Bunların sorumlusu tek başına PKK değil. O hendeklerin kapatılması için de müzakere yapılabilirdi. HDP arabuluculuk teklif etti, Öcalan’ın devreye girebileceğini söyledi. Hiçbir öneri kabul görmedi.
Dolayısıyla “Aydınlar bildirisi” çok yerinde bir açıklamadır. Ne diyorlar: “Müzakere koşulları hazırlansın, kalıcı bir çözüm için barış yolları araştırılsın. Vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararlar tespit edilip, tazmin edilsin.”
Hükümete yönelik eleştiriler de var. Hepsi haklı… “Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de Silopi’de, daha pek çok yerde, haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak yaşam hakkı, özgürlük, güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere, anayasanın koruma altına aldığı tüm hak ve özgürlükleri ihlâl etmektedir.”
Neye takılıyorlar biliyor musunuz? “Devletin, başta Kürt halkı olmak üzere, tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam” cümlesine… Katliam denilmeyebilirdi. Ama toplu ölümlere yol açan bir uygulamayla karşı karşıya olduğumuzu da inkâr etmemeliyiz.
Ne yapsın yani devlet? Oradaki hendeği bıraksın mı? Bazı bölgelerde PKK işgali devam mı etsin?
KARAR VE SORUMLULUK
İlk güne dönelim… Türk tipi Başkanlık sistemi karşılığında samimiyetsiz bir barış müzakeresini başlatmayacaktınız o zaman. Kent merkezlerine silah depolanmasına ya da hendekler kazılmasına,“Pazarlıkta Başkanlığı alır kârlı çıkarız” düşüncesiyle göz yummayacaktınız. Madem böyle bir noktaya gelindi, o takdirde masayı devirmeyecektiniz. Sizin aldığınız kararların hiçbir sorumluluğu yok mu?
Keşke devlete toz kondurmamak ve PKK’yı lanetlemek, ölümleri engelleyebilse. Ama işler daha kötüye gidiyor. Bu yüzden, 1128 aydının çağrısına aynen iştirak ediyorum. O metnin altına ben de imzamı attım varsayın.
TATLISES’İN TEPKİSİ
Mayıs 1984’te gidişattan memnun olmayan 1383 aydın, “Türkiye’de demokratik düzene ilişkin gözlem ve istemler” başlıklı bir dilekçeye imza atmıştı. Kenan Evren, “Anayasa’da delik açtırmam” diyerek onları ağır bir dille eleştirdi. Sonuçta aydınlara bir şey olmadı; onlar itibarlarını korudular. Evren’in günah galerisine bir olumsuzluk daha ilave edildi.
İşin bir de mizahi yönü vardı. Metni imzalayan sanatçılar arasında İbrahim Tatlıses de bulunuyordu. Onun hakkında da soruşturma açıldı. Tatlıses’in, ifadesinde, “Ben toplu konut dilekçesi sandım.” dediği gazetelere yansıdı.
Bugün 1128 imzalı aydınlar dilekçesinde böyle fireler verileceğini hiç sanmıyorum. Aksine, hem gazeteciler hem sanatçılar “Biz de bu dilekçeyi destekliyoruz.” diye bildiriler yayınlıyor. Herkes bedel ödemekten çekinirse, ülkemizin üzerine çöken karanlık daha da kesif bir hal alır.

Haber Kaynağı: Özgür Düşünce





