Hürriyet gazetesinin 19 Şubat 2016 tarihinde, video görüntülü servis ettiği bir haberine göre önceki cumhurbaşkanı Abdullah Gül: “Türkiye çok büyük tehditlerle karşı karşıya” diyor. Hatta aynı kayıtta, ülkenin “Cumhuriyet tarihinin en zor günlerinden geçtiğini” de belirtiyor.

 

Başka bir ülkede olsaydı “eski cumhurbaşkanı” nın bu türden bir açıklaması muhtemelen epeyce ses getirirdi. Haksız da sayılmazlardı hani… Bir ülkenin kuruluş tarihinden beri geçirdiği en zor günler derken; kastedilen şey nedir? Üstelik tehdit bir tane de değil; çok büyük tehditLER söz konusu imiş… En azından birilerinin aklına şöyle bir soru (sormak) gelirdi herhalde; acaba eski başkan ne biliyordu da böyle söylüyordu? Yedi sene ülkeyi yönetmiş birinin sözlerinin üzerine gitmek, derin manaya irdelemek, neyi kastediyor olduğunu sorgulamak gerekmez miydi? İdari mekanizmaları uyuşmamış, biraz çağdaş değerlerle müçtehez bir memlekette medya, elbette bu sözlerin önünü-ardını araştırmayı varlığının temel bir sebebi sayardı.

 

Türkiye’de ise yazılı-görsel-dijital basın bu açıklamayı neredeyse görmezden geldi. Bu tutum aslında, Türk medyasının en kadim yanlışlarından birisine işaret ediyor. İktidar ve güç o gün için hangi tarafta ise o yöne direksiyon kırmak gibi perakendegu bir yaklaşımı var Türk medyasının. Esasında burada belki “ana medya” demek daha doğru bir tanımlama olabilir. Türkiye’de sol tandanslı medyanın, kimilerince radikal olarak tanımlansa da diğerlerine göre daha ilkesel bir duruşu mevcut. Piyasa şartlarına göre tahammülü -muhtemelen- zor olsa da ilkesel bir yayın refleksine sahip sol medya.

 

Diğer yandan “ana medya” nın ise tamamen güç odaklı bir yaklaşımı ve ticari kaygıları önceleyen bir refleksi var. Bu nedenle de okuyucunun, herhangi bir konuda gazetesinden ilkesel bir tutum beklemek gibi bir hakkı da olmuyor; ya da olamıyor. Zaten okuyucunun böyle bir derdi ya da arayışı olduğunu söylemek de zor. İktidar gücünün çekimine kapılan bir medya kurumunun -varsa- temel ilkelerinden taviz vermeden devam edebilmesi imkansız. Bu durum tıpkı Satürn‘ün uydularından biri olmayı kendisi için yeterli görüp, başka gezenlerde ne olup bittiğine kayıtsız kalmak gibi bir şey. Oysa Güneş sistemi sadece Satürn‘le sınırlı değil!

 

Eski cumhurbaşkanı Gül’ün mevzubahis açıklamasına ve diğer pek çok beyanına yeterli alakanın gösterilmemesi, kendisinin artık bir çekim alanı bulunmamasından kaynaklanıyor olmalı. Ülkede muktedir kesim öyle bir çekim gücüne sahip ki kimi medya bile-isteye, kimi medya ise mecburen bu çekimin etkisine girmek zorunda kalıyor. Yoksa “sağlam kulis haberleri alabilen” alelade bir gazetecinin Yeni Şafak‘tan Hürriyet‘e ışınlanması nasıl mümkün olabilirdi? Belki de genel yayın yönetmeninin gözüne Satürn tozu kaçmıştır; bilemiyoruz.

 

İktidarın çekim gücü konusunda en ilkesiz duruş ise dini hassasiyetlere sahip kesim adına gazetecilik yaptıklarını iddia eden kuruluşlardan geldi. Bu konuda -başka kelime bulamadığım için çirkin; evet- çirkin bir yayın politikasına sahip Yeni Akit‘ten bahsetmeyeceğim bile. Mesela bir dönemin “huzur” soluklu olma iddiasındaki gazetesi, Türkiye… Kuzenlerimin çocukluğu bu grubun yayını “Türkiye Çocuk Dergisi’ni okumakla geçti. Bugün yuvarlanıp geldikleri nokta, etrafında pür döndükleri Satürn gezegeninin son uydusu olmaya razı olmaları, ne hazin değil mi? Diğer başka örnekler de verilebilir elbette ama bana göre bu konuda en keskin savrulmayı yaşayan yayın organı, Zaman‘dır.

 

Oysa gazete, Ekrem Dumanlı’nın genel yayın yönetmenliğinde ne iştahlı bir “yeniden başlangıç” yapmıştı! Sayfa dizaynı, logosu ve baskı kalitesiyle Türkiye standartlarının üstünde bir yayın organıydı. Yorum ve haberi birbirinden ayırma ve ayrı verme yaklaşımı bile bu ülke için ciddi bir gazetecilik adımıydı. O dönemde henüz AK Parti ortalarda yoktu, ya da yolun başındaydı… Lakin ne olduysa, birkaç sene sonra iktidarın çekim gücüne Zaman da eklemlenmeye başladı. Benim tespitim, bunu ilk fark edenler sağlık camiasından kişiler oldu. O zamanlarda oturduğum sitedeki bir komşum sağlık memuruydu ve Zaman abonesiydi. Bir gün laf arasında “Zaman’ın, Sağlık Bakanlığı’nın politikalarını desteklemek için sağlıkçıları çok üzdüğünü, saçma-sapan haberler yaptığını” anlattı. Elbette çok şaşırmıştım. Zira bu gruptan böylesine bir özeleştiri, alışık olduğum bir şey değildi. Gazeteyi düzenli okumasam da bir müddet sonra komşumun ne kadar haklı olduğunu gördüm. Türkiye’de aile hekimliği sistemine yeni geçiliyordu. Eski sistemin kötülenmesine ve yeni sistemin övülmesine ihtiyaç vardı. Ve bu konuda en cengaver gazete Zaman‘dı. Dileyen arşivlerden bakabilir…

 

Ancak Zaman’ın Satürn’ün en büyük gezegeni olması, 2007 yılından sonra gerçekleşti. O dönemden itibaren artık Zaman, AK Parti’nin yarı resmi yayın organı gibi çıkmaya başlamıştı. Ölçüyü kaçırma konusunda sağ kesimin nerelere savrulabileceğinin en dramatik örneklerini o dönemki nüshalarda görmek mümkündür. Hele Ergenekon sürecinde bu savrulma rasyonel bir aklın almayacağı, inanılmaz boyutlara ulaştı. Aylarca, hatta yıllarca Ergenekon haberleri; STV Anahaber‘in -en az- ilk on beş dakikasını kilitleyen bir hal aldı. O zamanlara kadar bizim evin emektar kumandasının 3 numaralı düğmesinde kayıtlı olan STV, artık arayıp da bulmakta zorlanacağımız kadar gerilere gitti. Bir siyasi davaya bu denli müdahil olmanın ne büyük bir hata ve savrulma olduğunu Ekrem Dumanlı ve ekibi göremedi.

 

Bir diğer savrulma 2010 Referandum sürecinde yaşandı. İktidarın en büyük gönüllü destekçisi konumundaki Zaman; referandumda “evet” oyu verilmesini, hala hikmetini kavrayamadığım bir fanatizmle savundu. Benim o referandumda reyim “hayır” dı. Benim reyimi öğrenen sağlık memuru komşum, sanki dinden-imandan çıkmışım gibi tepki göstermişti bana… Bir tanıdığının “evet oyu verebilmek için” ta nerelerden geldiğini, kimisinin “tatilini yarım bırakıp” sandığa koştuğunu vs anlattı. Zaten ondan sonra da referandumda “hayır” verdiğimi hiçbir yerde dillendiremedim. Çünkü karşımda bunu “iman meselesi” gibi gören nice fanatik Zaman okuyucuları vardı.

 

Bu noktada Ekrem Dumanlı’nın konumunu da -kendimce- sorgulamayı uygun buluyorum. Temel ilkesi; herhangi bir kişiyi üzmemek, kul hakkı yememek, siyasetten ve fanatizmin her türlüsünden uzak mütevazi bir yaşam sürmek olan bir sosyal grubu, nasıl oldu da bu kadar dönüştürebildi? Benim şahsi yorumum Ekrem Dumanlı’nın kendisinin de herhangi bir ilkesel duruşunun olmadığı yönünde… Bunu bugünlerde daha iyi mütalaa edebiliyorum; zira o dönemdeki en önemli yazarları şu an gözaltında iken, kendisi “kaçak” pozisyonunda. Bir fırtınada gemiyi terk eden kaptanın, sabah olup sular durulduğunda hiç bir hükmü kalmaz. Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç, Mümtazer Türköne, Nuriye Akman ve Hilmi Yavuz gibi mert ve efsane yazarların başına burada, bin bir gaile gelirken “adli kontrol kaçağı” olmak, bana göre ilkesel bir tutum değildir. Hatta ayıptır! Bir yerde birileri, kısmen senin de payının olabileceği işlerden dolayı eziyet çekiyorsa -haklı ya da haksız meselesi ayrı- senin yerin ancak onların yanı olabilir. Onlarla yan yana, omuz omuza ve iniltilerine ortak olarak!

 

Bugünler elbette geçecek… Bu gezegende ne çileli günler geldi geçti insanoğlunun başından. Geçip gittiğinde, herkes bugünleri bir daha muhakeme edecek… Ahmet Turan Alkan‘ı tekrar okumayı arzu eden sıradan bir okuyucu olarak… Keşke diyorum; keşke Satürn’ün etkisine bu kadar kapılmasaydı zaman

 

 

Heyhat! o da geldi geçti…

 

Ahmet Faruk ÖZKAN

3 Ağustos 2016

 

 

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...