Ali Bulaç, istihbarata çalışan İslamcıları, kendi tanıklığıyla anlattı. Ancak bu önemli yazısında isim vermedi. Sadece üç örnekle yetindi ve bilenlerin anlayacağı şekilde özelliklerini yazdı. Bulaç’ın vermiş olduğu ikinci örnek çok çarpıcıydı. Kendisine, elinden tutması için bir genç gönderilmişti. Bulaç bir müddet sonra bu gencin peşine düşmüş ve askere çalıştığını fark etmişti. Tabii askeri istihbarata.

Bu “kabiliyetli” genç gel zaman, git zaman akademisyenlikten sıkılmış, siyasi mahfillerle elele tutuşmuş, ikbal merdivenlerini ikişer ikişer atlayarak çıkmıştı. Ben de Ali Bulaç’ın yazısından sonra bu “genç”in peşine düştüm. Yirmi yıl öncesinin gençi şimdi, kerli-ferli, yaşlı başlı bir adam olmuştu. Hükümette önemli bir bakanlığın başında duruyordu.

Bu genç Refah Partisi-Doğru Yol Partisi koalisyonunu darmadağın eden 28 Şubat Süreci’nde aktif görev almıştı. Hem de askerlerin yanında durarak. O dönemde Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde Batı Çalışma Grubu kurulmuştu. O yapı, tıpkı şimdiki Kozmik Görev Grubu gibi yasadışı fişleme yapıyor, insanları inanç ve düşüncelerine göre ayırıyor, irticacı diye belirlediklerinin hayatlarını karartıyordu. Bu grubun sivil yönetimdeki uzantısıysa Başbakanlık Takip Kurulu’ydu. Bu kurul hazırladığı raporlarla, memurları Batı Çalışma Grubu’na jurnalliyordu.

Başbakanlık Takip Kurulu’nun görevlileri arasında tanıdık bir isim, Yalçın Akdoğan da bulunuyordu. Bulaç’la Akdoğan’ın yolu pek çok noktada kesişmişti. Akdoğan, Yeni Zemin dergisinde görev yapmıştı. Tıpkı Davut Dursun gibi. Yeni Zemin’in yazıişleri müdürü Kenan Çamurcu da, Akdoğan’ın kendisini bir generalle tanıştırdığını ve İslamcı gruplarla ilgili rapor hazırladığını ima ediyor.

Buraya kadarı ima, söylenti. Ancak Ankara kulislerinde bunlardan çok daha ötesini bulmak mümkün. Hatırlarsanız bir ara büyük heyecanla 28 Şubat Soruşturması başlatılmıştı ve dönemin aktörlerine operasyon yapılmıştı. Bu operasyonlar sırasında dönemin başbakanı Recep Erdoğan, “Bu dalgalar milleti boğacak” diyerek gözaltılara karşı çıkmıştı. O günlerde kimse bu çıkışa anlam verememişti. Çünkü Erdoğan, iktidarını bir ölçüde bu dalgalara borçluydu. Sonrası ise malum, darbeci generaller birbir salıverildi ve soruşturma akamete uğratıldı. Erdoğan bu riski niye aldı? Çünkü soruşturma yanında bulundurduğu Yalçın Akdoğan’a kadar uzanıyordu.

17-25 Aralık Operasyonları’ndan sonra Yalçın Akdoğan başat bir figür olarak karşımıza çıktı. O kadar ki, artık Erdoğan’ın söylemek istemediği ya da söyleyemeyeceklerini Akdoğan dile getiriyordu. İşte Akdoğan’ın dile getirdiklerinden bir tanesi de “Milli orduya kumpas”tı. Güya paralel yapı, sahte ve uydurma delillerle orduya kumpas kurmuştu. 2003-2004 darbe girişimleri hayaldi. Ortadaki ses kayıtları, hazırlanan planlar, imzalı bilgi ve belgeler hep sahteydi. Yargı da zaten bu açıklamayı bekliyormuş gibi hemen harekete geçti ve aylar önce mahkum edilmiş isimler bir anda kendilerini dışarıda buluverdi. Bu arada JİTEM Davası da diğer büyük davaların gölgesi altında tutularak kapatıldı. Milli orduya kumpas son anda bozulmuştu. Bu işin de işaret fişeğini Yalçın Akdoğan çakmıştı.

Ali Bulaç’ın yazısından, Kenan Çamurcu’nun tariflerinden bulduğum ilk isim Yalçın Akdoğan. Ancak bu tartışma burada bitecek gibi gözükmüyor. Sırada Süleyman Gündüz, Abdurrahman Dilipak, Kadir Mısıroğlu, Selahattin Sadıkoğlu, Hüseyin Besli, Nasuhi Güngör, Bülent Yıldırım gibi isimler var ve bu isimlerin Ali Bulaç’la Kenan Çamurcu’ya “Kastettiğiniz ben miyim?” diye sormasını bekliyorum. Sizce hata mı ediyorum?

Tuncay Opçin

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...