İdeolojiler, geçişkendir. Kendi doktrini içerisinde kavramsallaştıramadığı konularda, en zıt ideolojilerin dahi literatüründen kavram ödünç alabilir. Bu durumun reel hayattaki bir örneği “devrim şehidi”dir. Sol ideolojilerin temellerinden biri, dine karşı olmasıdır. Ancak, ideoloji uğruna ölmenin faziletini ifade edecek bir kavram, kendi doktrinlerinde bulunmamaktadır. Bu nedenle, karşı çıktıkları bir dinin literatüründen “şehid” kavramını ödünç alırlar. Bir başka örnek “İslam devrimi” kavramıdır.

İslamda Nebevi metod, fert fert, fevç fevç insanlara ulaşarak tabandan bir dönüşümü hedefler. Devrim ise mevcut olanı ortadan kaldırarak tepeden bir dönüşümü temel alır. “Mevcut olanı ortadan kaldırma” cihetinden “İslam, inkar düşüncesini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir devrimdir” denilebilir. Ancak, “İslam devrimi”ni kavramsallaştıranlar, inkar düşüncesini ortadan kaldırmada, insanı hedef alan Nebevi metod yerine, sistemi hedef alan sol ideolojilerin yöntemini benimsemektedir. 1979’da Humeyni’nin İran Şahı’nı devirmesi ve sonrasında İran’ın “devrim ihracı” çalışmaları, Türkiye’de “İslam devrimi” tartışmalarını başlattı. Öncesinde, reaksiyoner İslami düşünceler, siyasal İslam çatısı altında varlık sürüyordu. İran devrimi, siyasal İslam çatısında bir metod tartışması başlattı. Devrim yapıp yönetimi ele geçirmek isteyenler ile yönetimi ele geçirip devrim yapmak isteyenler ayrıştı. Siyasal İslam veladetinde, siyasete ve kendilerine uzak duranlara tekfire varan ithamlarda bulunmuştu. Bu yeni fikir ayrılığında da, yönetimi ele geçirip devrim yapmak isteyenler, yani siyasal İslamcılar tekfire varan ithamlarla karşılaştı. Çünkü yeni akım, demokrasinin küfür olduğunu, hüküm ve hakimiyetin sadece Allah’a ait olduğunu, oy kullanmanın küfür olduğunu, tek çarenin kıyama kalkarak küfür düzenini yıkıp, İslami bir düzen kurmak olduğunu ileri sürüyordu. İlginç olan, siyasal İslamcılar da büyük oranda aynı görüşteydi. Yani, onlar da demokrasinin küfür olduğunu, hakimiyetin sadece Allah’a ait olduğunu söylüyorlardı. Necip Fazıl’ın ifade ettiği gibi “Meclisinde “Hakimiyet Allah’ındır” yazmasına” hasret çekiyorlardı(!) Dükkanlara, arabalara “Hakimiyet Allah’ındır” çıkartmasını yapıştırmayan yoktur o dönemlerde. Ancak siyasal İslamcılar, demokrasinin bir araç olduğunu, bu aracı kullanarak siyaset ile devlet yönetimini ele geçireceklerini ve ele geçirdikleri yönetim ile tepeden inme “İslam devrimi” yapacaklarını ifade ederek kendilerini savunuyorlardı.

Ve şehitler… “Şehit” kavramının geçtiği hiçbir konuşmadan, yazıdan “Türkiye’de ölen asker/polis”i anlamazdık. Laik devlette askerlik yapılması dahi tartışma konusuydu. Şehit denilince Hasan el Benna gelirdi aklımıza. Seyyid Kutub’un “Şehit tahtında Rabbe gülümsemesi” gelirdi. Metin Yüksel hatırlanırdı. Selami Yurdan canlanırdı gözlerde. Şehit demek Cahar Dudayev demekti. Ve bizler, kendimizi “şehit adayı” olarak görürdük. “Cihadı alnımızın çatına vurduk. Ve şehadeti koyduk her sabah duamızın başına” diyorduk. Aklımız, gönlümüz Afganistan’da, Bosna’da, Çeçenistan’da, mazlum İslam coğrafyasındaydı.

Demokrasiyi bir araç olarak görüp, devlet yönetimini ele geçirmek isteyenler yavaş yavaş devlet kademesinde makamlar elde etmeye başladı. Yönetimi ele geçirip devrim yapmak isteyenler, devrim yapıp yönetimi ele geçirmek isteyenlere göre daha da güçlendi. Zaman içerisinde, yönetimi ele geçirip devrim yapmak isteyenlerde değişimler görülmeye başlandı. Makamlar elde edildikçe mallar arttı. Mallar arttıkça dünyayı yaşama arzuları arttı. Hayat tarzları ve ikamet edilen yerler değişti. İslama aykırı olan her mesele “Güçlenmemiz lazım” maslahatı çerçevesinde kendisine fetva buluyordu. Tedricen “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız” hakikati gerçekleşiyordu. Ve bugün gelinen noktada, devlet yönetimini ele geçirip devrim yapmayı düşünenleri, devletin devirerek ele geçirdiğini görüyoruz. Dün küfür olan demokrasi, bugün İslamın yerine konulmuş bir kutsal… Dün şehitlerimiz Hasan El Benna, Seyyid Kutub, Cahar Dudayev iken bugün demokrasi uğruna ölen “demokrasi şehitlerimiz” var. Ama sadece demokrasi şehitlerimiz var. Çünkü demokrasi şehitleri, zat-ı şahaneleri uğruna ölmüştür. Çünkü bu ölümler, zat-ı şahanelerinin politik duruşuna pozitif etki yapıyor. “Benim şehidim” ifadesini “demokrasi şehitleri” dışında ölen asker/polis/sivil için işitmedik zat-ı şahanelerinin dilinden. Mesela, hangi hedef ile girdiğimizi, neyi amaçladığımızı hala bilmediğimiz Suriye’de ölen 70 asker, hiçbir zaman “benim şehitlerim” olmamıştır. Çünkü bu ölümler, zat-ı şahanelerinin politik duruşuna negatif etki yapıyor. Bu şehitlern, siyasi propaganda kurunda değeri düşük. Oysa “demokrasi şehitleri” çok kullanışlı. Referandumun bile temel propaganda noktası “demokrasi şehitleri”. “Evet” diyenler demokrasi şehitlerinden yana, “hayır” diyenler darbecilerden yanadır. Dün “küfür” dedikleri demokrasiyi bugün uğruna ölenlere “şehit” diyecek kadar kutsallaştıranların dönüşü bununla sınırlı değil. Dün her yere “Hakimiyet Allah’ındır” yazanlar, bugün her yeri “Hakimiyet Milletindir” afişleri ile donatmış durumda.

Aynı gün aynı mevzuda birçok kere görüş değiştiren bir ilkesizler topluluğunun, 35-40 yıl önceki görüşlerinin, evrimleşerek hangi noktaya geldiğini yazmanın bir anlamı var mı bilmiyorum.  İslamcılara tekrar sormak için bu yazıyı not düşmek istedim:

Demokrasi küfür mü, İslamın bir kutsalı mı? Hakimiyet Allah’ın mı milletin mi?

Not: Bu yazı demokrasi tartışması değildir. İslamcıların dünü ile bugününü gözler önüne sermeye amaçlamaktadır.

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...