Dünyada hiç yazmak istemediğin şey nedir? Sorusuna vereceğim net bir cevabım vardır benim; Ahmet Altan hakkında yazı yazmak…

Bunun için basit bir gerekçem var; bir yazı ustasını ona yakışır şekilde yazamamaktan çekinirim…

Aydınlar susturuldu, gazeteler kapatıldı, akademisyenler tehdit altında, ağzını açan hapislere tıkıldı. Kimse yazamadığına göre Altan hakkında yazmak bana düştü…

Amacım Ahmet Altan’ı anlatmak değil. Ona destek vermek hiç değil. Bence Altan’ın desteğe ihtiyacı da yok. Arsız ve hırsız sürüsünün karşısına tek başına dikip meydan okuyan bir babayiğidin desteğe ihtiyacının olduğunu düşünmek onun yiğitliğine gölge düşürür…

Amacım, Ahmet Altan’ın boynuna basılarak susturulduğu bir yerde susmanın vicdanımda yarattığı dayanılmaz ağırlığı hafifletmek belki. Nemrut’un ateşine atılan İbrahimler için bir damla olsun su taşıyan karıncanın yanında olmak çabası benimki…

Ahmet Altan’ı erken yaşlarda tanımadım. İlk romanını okuduğumda sanırım 24 yaşındaydım. Kılıç Yarası Gibi yüreğimi yaralamış, devletin içinde devlete isyan etmenin ateşini tutuşturmuştu…

1999 yılıydı sanırım, Terör Daire Başkanlığı’nda Psikolojik Harekat kursundaydık. MGK’dan bir Albay gelmiş, psikolojik harekat dersi anlatıyordu. Propagandadan girdi, konuyu Ahmet Altan’a getirdi. Altan’ın ne kadar tehlikeli biri olduğunu, kamuoyunu yönlendirdiğini vs. anlattı. Sonra sözü getirip Altan gibilerle mücadele etmek için uygulanacak psikolojik harekat tekniklerine bağladı. Bunun için devletin yapması gerekenleri sıralayıp, harcama kelemlerine kadar her şeyi özetledi ve “sorusu olan var mı?” diye ekleyerek dersi bitirdi…

28 Şubat günlerinde Emniyetçilerin bir Albay’a itiraz etmesini bir kenara bırakın soru sorması bile cesaret istiyordu. Bu yüzden üst rütbedekilerin hepsi takdir ve teşekkür bildirip Albayı yağlamaya başlamıştı.

O yıllarda 28 Şubatçılara karşı gazetede bildiri yayınlayıp, Hasan Celal Güzel’in Yeni Türkiye dergisinde yazılar yazarak itiraz etmem yetmezmiş gibi, bir de devletin tetikçisi Mahmut Yıldırım hakkında master tezi yazmaya başlamıştım. Başım zaten devletle –askerle- beladaydı yani.   Tam da o günlerde okuduğum Kılıç Yarası Gibi, romanı gözümü karartıp elimi kaldırmam için yeterli cesareti vermişti.

El kaldırıp, “Şu günlerde Ahmet Altan’ın romanını okuyorum” diye başladım cümleye. Albay’ın yüzü düştü. Bir emniyetçinin Altan romanı okumasından haz etmemişti. Sonra devam ettim “anlattığınız propaganda ve psikolojik harekât planları gerçekten çok ilginç. Ancak benim en çok merak ettiğim şey şu; devlet olarak bu kadar para ve emeği harcıyorsunuz, sonunda yaptığınız çabanın karşılığı olarak Ahmet Altan’ın bir romanı kadar etkiniz oluyor mu?” diye o zamanın şartlarında “küstahça” bulunan bu soru Emniyet’in üst kademesini yerinden zıplatmaya yetmişti.

Bir anda bütün gözler nefret dolu bakışlarıyla üzerime doluştu. Alt kadrolar bıyık altından gülüyordu bu deli cesareti karşısında. Albay “güzel soru” diye ortamı yumuşattı sonra diplomatik bir cevap verip benimle dışarıda konuşmak istediğini söyledi.

Daire’nin üst yönetimi beni Albayla konuşturmak ne kelime, çıkar çıkmaz kaybettiler o koridordan. Arkasından benim şube müdürüm olsun olmasın sıralı tüm şube müdürlerinden gün boyu fırça yediğimi hatırlıyorum.

Ahmet Altan ilk defa o zaman başımı belaya soktu. Oysa bundan Altan’ın hiç haberi bile yoktu. Bilinçli ve gönüllü yaptım ben bu işi. Çok fırça yedim ama hiç üzülmediğimi hatırlıyorum. “Arı kovanına çomak sokunca böyle oluyormuş demek ki” diye düşündüğümü hatırlıyorum…

Ahmet Altan’ın “ikinci defa başımı belaya soktuğu olayı” siz de biliyorsunuz; Taraf…

Altan’ın Taraf diye bir gazete çıkaracağını duyunca ne kadar heyecanlandığımı bilemezsiniz. O zaman ABD’de doktora yapıyor, New Anatolian adlı gazetede İngilizce yazılar yazıyordum. Henüz 2005 ve 2006 yıllarında çok az satan bir gazetede ingilizce yazdığım yazıların Yaşar Büyükanıt ve ordunun üst kademesini rahatsız ettiğini biliyordum. Daha doğrusu bunu doğrudan gazete yöneticileri söylemişti. Sağ olsunlar hiç sansür uygulamadan bastılar yazılarımı…

New Anatolian’da yazdığım yazıları Altan’ın Taraf macerasına referans yapıp ben de yazar olmak istiyorum diye başvurdum. Sağ olsun kabul etti. İşte böyle başladı bir türlü bitmeyen “baş belası” Taraf macerası; yine gönüllü yine bilinçli…

2007 kasımında başlayan Taraf macerasında yazılarımın Ankara’yı rahatsız etmesi fazla uzun sürmedi. 2008 de hem Erdoğan hem İlker Başbuğ ve diğer sıralı amirlerin hakkımda dava açmaları gecikmedi. Sonrasını biliyorsunuz, hakkımda uydurulan kara propagandalar, yıldırma çabaları, tehditler, evime bomba koyacak sözde PKK’lı terörist özde istihbarat elemanı göndermeler vs.

Bunların hiç ama hiç birini tınmadım, çünkü Ahmet Altan’ın cesaretinden cesaret aldım hep. Atakürt yazısını yazarken de tek başınaydı, Bana Bak General derken de, Paşasının Başbakanı manşetini atarken de…

Korkaklık gibi cesaretin de bulaşıcı olduğuna inandım ben. Önce Ahmet Altan romanlarından bulaştı, Albay’a karşı çıktım, sonra Taraf macerasından müesses nizama karşı çıktım. Sonunda Altan benim için şeytana karşı mücadeleyi öğütleyen modern Arete…

Bugün Türkiye’nin cesaret tanrısını tutukladılar. Onu susturup cesareti öldürmek istiyorlar. O susarsa cesaret susacak bunu biliyorlar onun için aldılar Altan’ı.

Ama Altan’ı tutuklayanların akıl edemedikleri bir şey var; Ahmet Altan cesaretle yoğrulmuş bir düşüncedir ve şimdiye kadar hiç bir diktatör düşünceleri hapsedememiştir…

Bu karanlık günlerin elbet bir sonu, bu çetrefilli yolların bir çıkışı, bu zulmün bir ömrü var.  Enseyi karartmayın…

Emre Uslu

 

 

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...