Her toplum değişik renk, ırk, dil ve kültür kalıpları içerisinde doğup gelişir. Hucurat suresinde insanların bir erkek ile bir dişiden yaratıldığı ifâde edildikten sonra ardından birbirleriyle tanışmaları için ırklara ve boylara ayrıldıklarına işâret edilir. Fakat; Allah karşısında üstünlüğün bu husûsıyetlerden değil de takvâ ile olacağı belirtilmiştir. Yâni Allah’ın insanlar üzerindeki hikmet tecellisi bu şekildedir. Rum suresinde de insanların dilleri ve renklerinin ayrı olması, göklerin ve yerin yaratılması ile birlikte anılır ve tüm bunların Allah’ın âyetlerinden olduğu belirtilir.

İslâm’ın topluma verdiği değer Kur’an’da yansıyan şekliyle peygamber kıssaları üzerinden de ele alınır. Hattâ denilebilir ki, başta Hz. Adem ve Hz. Nuh olmak üzere tüm peygamberlerin ana vazifelerinden birisi de; ilâhî hükümlerden süzülen hakikatları kendine rehber olarak benimsemiş, onun çizdiği ideâller etrafında kaynaşmayı başarmış ve birlikte yaşama kabiliyeti sergileyen bir toplum inşâsıdır.

Hz. Muhammed bunun en güzel örneklerinden birisini sergilemiş ve Câhiliye âdetlerine hapsolmuş değişik din ve kavimlerden insanları ortak bir ideâl etrafında birliştirerek, Kur’an’dan süzülen yeni bir toplum anlayışı inşâ etmiştir. Yani bedevî bir topluma imparatorluklar kurabilecek kabiliyetler aşılamıştır.

Zâten dünya üzerinde imparatorluk veya büyük devlet olmayı başarabilmiş milletlerin en genel vasfı farklılıklara saygı gösterip birlikte bir ideâl etrafında hareket etmeyi becerebilmeleridir. İmparatorluklar kurup dünya tarihinde çok büyük roller oynayan Türk devletlerinin en temel özellikleri; farklı din, dil ve ırktan insanları böyle bir anlayışla birleştirip yönetebilme kabiliyetleridir. Bu tür önemli başarıların sadece ‘kılıç gücü’ ile açıklanması büyük oranda Oryantalist yaklaşımlardan beslenen birtakım aşağılık komplekslerdir.

Osmanlı’nın özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda günümüzün kaynayan kazanları olan Balkanlar, Anadolu, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Kafkaslar üzerinde tesis ettiği Osmanlı Barışı (Pax-Ottomana); hükmü altındaki insanların farklılıklarına karşı duyduğu saygı ve hoşgörü anlayışından ve farklılıkları yönetebilme becerisinden kaynaklanır. İslam’ın ilk dönemlerinde dünya üzerinde yayılmasında en büyük dinamik de yine toplumsal hoşgörünün ön planda tutulmuş olmasıdır. Hattâ bir dönem Müslümanların ilimde zirveye oturmayı başarmalarının kökeninde de hep bu kabiliyet ve refleks vardır.

Günümüzdeki Batı değerleri ve oluşturdukları insan eksenli bir arada yaşama kültürü, eksikliklerine rağmen, Müslüman toplumlarda yaşayan insanlar için bile hâlâ bir cazibe merkezi konumundadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Suriye ve diğer Müslüman ülkelerden kaçan veya göçenler zengin Müslüman ülkelerden ziyâde Batı toplumlarını tercih ediyorlar. Özellikle, bu konuda en başarılı ülkelerden olan ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerde farklılıkları tek bir potada eritme anlayışı ve demokrasi kültürü geliştiği için farklılıklar bir zenginlik olarak algılanıyor ve alt kimliklere kendilerini ifâde ve temsil imkanları sunuluyor. Bu da toplumsal kaynaşmayı sağlıyor.

Oysa Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerde durum tam tersi. Demokrasi anlayışının gelişmemiş olması, milliyetçilik, ırkçılık, kavimcilik, mezhepçilik, devletçilik, İslâmcılık, cehâlet; lükse, makama ve statüye düşkünlük gibi hastalıkların etkisiyle fertler ve gruplar birbirlerine düşman hâle getirilmiş durumdalar. Dini konular dahil bir çok toplumsal ve siyâsî konuda anlaşamıyoruz. Ortak hareket edebilme ve birlikte sorun çözebilme kabiliyetimiz olmadığı gibi böyle bir amacımız da yok. Harmoni içinde kaynaşıp yaşayan bir topluluk değil, adetâ hasbelkader bir araya gelmiş insanlar topluluğu gibi hareket ediyoruz. Birbirimize zulmediyor, duygusal tâcizlerde bulunuyoruz. Bizimle aynı düşünmüyor; hattâ bizim fanatiği olduğumuz politik partiye oy vermiyor diye din kardeşimizi bile çok rahatlıkla kâfir olmakla suçlayabiliyoruz. Bir sürü toplumsal hastalığa mübtelâ olmuş bir cinnet hâli içerisindeyiz. Sürekli olarak bir cehâlet, fakirlik, bölünmüşlük, ötekileştirme, yabancılaştırma ve bunları besleyen bir kin, nefret ve öfke girdabının içinde yaşıyoruz.

Türkiye özelinde, Cumhuriyet kurulalı beri benzer sıkıntılarla boğuşarak demokrasi yokuşunu tırmanmaya çalışıyoruz. Her denemede yine kendi insanımız ayağımızdan tutup bizi aşağıya çekiyor. Toplumu kaynaştırmaya çalışanlar düşman belleniyor. Gladyotik örgütlerin aşıladığı fitneler de bu yaraları hep canlı tutuyor.

AK Parti ve Erdoğan ile ülkenin geldiği nokta zâten içler acısı. AKP sayesinde Türk toplumuna ve husûsîyle de dindarlar arasına tarihinde hiç görülmemiş ölçüde düşmanlıklar ve nefretler aşılandı. AKP’nin 17-25 Aralık yolsuzlukları patlak verdikten sonra yargıdan kaçmak ve tabanını kandırmak adına halkın arasına ektiği nefret tohumlarının vahâmetini daha o zamanlarda görmüş olacak ki; Fethullah Gülen bir uyarıda bulunmuş ve şöyle demişti: ‘’Toplum çok kamplaştırıldı, birbirinden koparıldı. Günümüzde öyle ayrışmalar oldu ki eğer bir taraf bir yerde durmazsa… toplumda kâbil-i iltiyam olmayan yaralanmalara, parçalanmalara sebebiyet verilmiş olur. Arkadan gelen nesillere de kin ve nefret miras bırakılmış olur.’’

Fethullah Gülen’in bu konudaki uyarıları önemli. Çünkü öncülüğünü yaptığı Hizmet hareketinin en büyük amacı Gladyotik bölme-yönetme-nefret salma çarklarına çomak sokmak ve toplumu kaynaştırmaktır. Gülen’in eserlerinde hep ideâl olarak çizdiği ‘’Altın Nesil’’ projesi; ahlâken-vicdânen çökmüş fertleri eğitim ile aydınlatan ve sosyal ahlâkı tesis ederek insanları birlikte yeni bir toplum inşâ etme fikrine alıştırmaya çalışan bir projedir. Yukarıda resmedildiği gibi; zâten peygamberlerin de ana vazifesi hep ilâhî ahlâk yörüngeli bir toplum inşâsı olmuştur.

Peki, içinde bulunduğu tüm bu olumsuzluklara; AKP ve Erdoğan’ın sebep olduğu müthiş tahribata rağmen Türk toplumu kaynaşabilir mi?

Kısmetse bu konuyla devam edeceğiz…

İletişim:

Tüm yazılar için blog: http://akliselim.blogspot.com

Twitter: https://twitter.com/ugur_tezcan

 

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...