Dünyâ üzerinde ‘Müslüman devlet’ olduğunu sanmıyorum. Zîrâ devlet olmak sistemli bir birliktelik sağlayabilmeyi gerektirir ve bir arada yaşama kültürü geliştirebilme kaabiliyeti ister. Müslüman devlet ise Kur’an’dan süzülen güzelliklerin o kültürle yoğrulup hakkaniyete dayalı bir toplum inşâ edilmesini ittihâz eder. Bizlere sadece kaderin bir araya topladığı ‘Müslüman yığınlar’ demek daha doğru olur. Sistemsizlik, cehâlet, kin, düşmanlık, fakirlik, zorbalık, hırsızlık, diktatörlük, özenti, lüks, isrâf… Sağlıklı bir birlikteliğin ve devlet olabilmenin temeline dinamit koyan, İslâmi yaşama aykırı ne varsa hepsinde zirvedeyiz. Fethullah Gülen’in ‘Genç Adam’ şiirinde târif ettiği gibi; ‘’Sarmış cemiyeti onulmaz pek çok hastalık… Toplumun her yanı ayrı bir illetle ma’lûl… Meydanlar inliyor; gâyesiz kalabalıklar… Bir tablo ki komedi, trajedi iç içe… Bunca fezâyîle cemiyet yaşar mı? Heyhât!’’

Müslümanlar olarak şimdilerde ‘vicdan’ üzerinden de imtihan oluyoruz. Suriye’de büyük bir dram yaşanıyor. Önce Esed, ardından IŞİD teröründen kaçan yaklaşık 12 milyon mültecî sığınacak yer arıyor. Çoğu Suriye içinde göç etmişken, 4 milyon civarında göçmen Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır gibi istikrarsız ülkelere dağıldı. İran zaten Esed zalimine açık destek vererek denklemin öbür tarafında yerini aldı. Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi zengin ülkeler kapılarını mültecîlere kapalı tutuyorlar; ‘’kampları gezerek seçtikleri güzel câriyelik kızlar’’ müstesnâ…

Mültecîler için kaçmak bile parayla! Ülke içinde yer değiştiren 8 milyon Suriyeli belki de yeterli paraları olmadığı için komşu ülkelere gidemedi. Göç yolunda ölen, fuhuş ve organ mafyasına kurban giden kaç kişi var bilemiyoruz ve bütün bunlar Müslüman topraklarda cereyan ediyor. Sığındıkları yerde rahat mı ediyor peki bu insanlar? Hayır! Fakirlik, açlık ve sefâlet bir yandan hayatı daha da güçleştirirken, ceplerindeki son paraya ve namuslarına da göz dikenler, onlar üzerinden oy, güç ve politik kazanç hesapları yapanlar da Müslüman! Onlar ülkelerini kaosa terkedip giderlerken bilmiyorlar belki de; ülkelerinin petrolüne göz dikenlerin ve bu amaçla kaosu finanse edenlerin Müslüman liderler olduğunu.

Hor ve hakîr görüyor onları gittikleri Müslüman beldelerin insanları. Bunlar da nereden çıktı diyorlar, fakir, pis kokulu diyorlar sonra. Dükkanının önünde mültecî gören esnaf ya ‘hoşt’ diyor ya da dövüyor. Onlara fâhiş fiyatlarla evler kiralanıyor. Kızları ya kuma olarak evlerde alıkonuluyor yada fuhşa itiliyor. Ali Bulaç’ın işaret ettiği gibi, zengin Araplar mültecî kamplarını gezip güzel kızlar arıyorlar cariye yapmak için. Kaçamayan Suriyeli kızlar da zâten başka bir ‘cihad’cı grubun câriyesi ve seks kölesi oluyor kendi yurdunda!

Ceplerindeki paraya göre kendilerine ‘göç’ vâdediliyor bu insanlara, ‘kutsal’ topraklara ulaşmak adına. Yanlış anlamayın! Rahat edebilecekleri başka bir Müslüman ülkeden bahsetmiyorum kutsal derken. Nedense bu insanların hepsi Hristiyan-laik topraklara göç etmek istiyorlar. Sanki Suriye bir Cehennem, kendilerini zor attıkları komşu Müslüman ülkeler bir Araf bataklığı da; onlar Hristiyan topraklarda Cennet’i aramaya koşuyorlar telaşla. Her bir fert başına binlerce dolar ödeyerek deniz ve kara yoluyla o topraklara kaçmaya çalışıyorlar haklı olarak. Ama bu sefer de yollar da telef oluyorlar. Gemici Müslüman kardeşleri öldürüyor onları bu sefer Akdeniz ve Ege’nin dalgalı ve soğuk sularında. Nedense hep batıyor bu tâcir botları! Müslümanların hep batan botları mı olur demeden edemiyor insan. Oysa İsrail düşmanlığı! yaptıkları halde gene İsrail’e çok ucuza petrol ve su taşıyan mahâretli tankerleri var bu kimlik Müslümanlarının…

Can yeleği giyip çürük bir bota atlayan Alyan bebeğe kimse gitme demiyor. Aksine sâhilde can yeleği satıyor ona fâhiş fiyatla. Alyan bebeğin cansız bedeni sâhile vurunca; nedense birden vicdan abidesi kesiliyoruz samimiyetsizce. Herkes edebiyatçı, şair kesiliyor sosyal medyada. Cansız çocuk bedeninin resmi Birleşmiş Milletler toplantısının ortasına konuluyor Fotoşopla; hani suçlu hep Batı ya! O mültecîlerin Müslümanlara güvenmeyip kaçmaya çalıştığı Batı hani. Ünlüler çıkıp anlamsız ve lüzumsuz edebî! lâflarla; ‘’ölen insanlık’’, ‘’insanlık başlamadı ki bitsin’’, ‘’insan olmak ne kadar utanç verici’’, ‘’çocukları ölümden uzak bir yere koymalı’’, ‘’bir su canlısı kadar olamadı çocuk’’, ‘’vatansız, evsiz, göçebe bu hayattan yorgun çocuk’’, ‘’çocukların ölmediği bir dünya istiyorum’’ diyerek mide bulandırıcı ve samimiyetsiz mesajlar paylaşıyorlar hayranlarıyla. Sanki güzellik yarışmasında her birisi ve dünyaya bir mesajın var mı diye soruluyor kendilerine. Hiç bir ünlü cesâret edip de milletvekillerine ve hükümete hesap soralım, hattâ gelin yardım toplayalım diyemiyor bile. Olur ya! Erdoğan yanlış anlar sonra!..

AK Partili beş genç ölen çocuğun kırmızı tişörtünden giyip sâhilde uzanarak protesto ediyor aklınca. Oysa desteklediği hükümet de sorumlu bu yasdan. AK Gençlik nargile kafelerden ‘vicdan protestosu’ organize ediyor; resimler paylaşıp, Havuz yazarlarının ve idârecilerin gene Batı’yı suçlayan sözlerini paylaşıyor fütursuzca. Mısır’da öldürülen Rabia’nın ardından da seyretmiştik bu samimiyetsiz vicdanî histeri nöbeti tiyatrosunu. Oy ‘’ütme’’ zamanıydı çünkü o zaman… Oy kuluçkasına yatmıştı ‘’dünya liderlerimiz’’; gözyaşı yerine kan kokuyordu yalancı gözyaşları.

Bir Havuz yazarı çıkıp; ‘’diktatörlerle iş tutan Batı’’ diyerek söndürüyor vicdanını; o diktatörlerin Müslüman olduğunu ve kendi partisinin bu savaştaki rolünü inkâr ederek. Oysa, bîat yemini ettiği hükümetin desteklediği IŞID’den kaçıyordu o sâhilde cansız yatan bebek… Ama suçlu gene Batı. Devam ediyor ve ekliyor ‘’Batı’nın batışı’’ diyor güya batan bebeği kastederek. Ardından Erdoğan çıkıyor; ‘’ben doğrusu tüm Batı dünyasını bu konuda suçlu buluyorum diyor’’; sözün bittiği, vicdansızlığın başladığı noktayı işâret edercesine.

Sonra ansızın bir can simidi uzanıyor, vicdanlarında boğulmak üzere olan, Müslüman nargilecilere: Macaristan’ın sağcı Başbakanı çıkıp ülkesine sığınan mültecîler için ‘’Hristiyan değerler Müslüman akını ile tehdit altında’’ diyor ve bizimkilere adetâ nefes aldırıyor. ‘Bak gördün mü, Batı hep böyle, ben suçlu Batı demiştim zaten’ derken kanlı ellerini sürüyor yüzüne; ‘şükür yırttık’ diye düşünürken günümüz Müslümanı… Biz, ülkemize sığınan mültecîlere huzûr ve güven içinde yaşayabilecekleri kamplar bile yapamamışken onları ya başınızın çaresine bakın dercesine Anadolu’ya saldık ya da kamplarda IŞID propagandasına teslim ettik oysa. Sonra da kızlarının peşine düştük.

‘’Vicdan kalp penceresinden bakar, akıl gözünü kapasa da vicdanın gözü, dâimâ açıktır’’ der Said Nursi. Vicdan, kalpte yanan ve hiç sönmemesi gereken bir ateştir. Kalbin karanlık noktalarını ısıtıp onu buz tutmaktan ve karanlığa garkolmaktan korur vicdan ateşi. Az da olsa sürekli yanan bir şofben ateşi gibidir o; vazifesini her dâim sürdürür. Bir kibrit ateşi değildir meselâ; istediğimiz zaman yaktığımız, bir çakımlık; olaydan olaya çakıp hamâset sigaralarımızı tutuşturup sonra attığımız… Evet! Zehirli dumanını içimize çekip, şöyle bir Batı’yı suçlayıp, sonrada keyifle üflediğimiz o hamâset sigarasından bahsediyorum. En son Rabia’da yakmıştı ‘Yeni Türkiye’nin ‘’dindar nesli’’ o sigarayı; şimdi de sahile vuran çocuk bedeninin karşısına geçmiş yakıyor.

O arada Mısır’da onlarca kişi idâm edildi ve binlerce Suriyeli ya öldü ya fuhuşa kurban gitti ve siz hiç birşey yapmadınız. O insanların petrolünü İsrail’e taşımaya devam ettiniz sadece. Dünyanın diğer yerlerinde sessizce öldürülen, sürülen Müslümanları ise hiç saymıyorum. Onlara da gittiniz; meselâ Çin’e.. Ama Doğu Türkistan’lı kardeşlerinizi ‘’terörist’’ ilân edip geldiniz. Halbuki, lideriniz bu ilanı yapmadan önce gene nargile kafelerinizden ölü Uygurlu çocuk resimleri paylaşıyor, İstanbul sokaklarında çekik gözlü turist dövüp, Çin lokantasında Uygurlu aşçı tartaklıyordunuz Çinli diye. Lideriniz Uygurlulara terörist îmâsı yaptığında; ‘ulul emre itâat’ deyip sustunuz kahpece! Ama bununla da kalmayıp yapılan vicdansızlıklara karşı çıkan herkesi ‘’hâin’’, ‘’paralel’’ ilân etmeye devam ettiniz küstahça. Vicdansızca tüttürdüğünüz hamâset sigarasının izmaritini diğer insanların üstünde söndürdünüz böylece.

Vicdan ateşi bazen Cehennem ateşi gibi olur insanın kalbinde, olmalıdır da. ‘’Vicdan azabı, insanın içinde bir Cehennemdir’’ derken bu nedenle haklıdır Lord Byron. İki cihetle böyledir: Birincisi, vicdanımı kirletirsem onu ancak Cehennem ateşi temizler demelidir insan; o bilinç ve ürperti ile yaşamalıdır hep. İkincisi, dinî inançlarımız gereği âhirette olacak olan da budur zâten. Hani her insan kendi ateşini getirir derler ya Cehenneme. Dünyâda iken vicdanını hiç kullanmayanların vicdan ateşi tutuşturur hak ettikleri Cehennem ateşini.

Velhâsıl, günümüz Müslüman toplumlarının vicdanı böyle hastalıklı bir yapıdadır. Vicdandan çok vicdansızlıktır onunkisi. Kendini hiç hesaba çekmez; çünkü hiç hatâsı yoktur onun. Hep diğeri; Batı, hâinler, ajanlar, fâiz lobileri suçludur. Saydıkları bu suçların hepsine de bulaşmış ve Batı ile danışıklı döğüş yapan liderlere de delicesine ‘’âşık’’tır ve bîat eder aynı hastalıklı kalp. Onlar yapınca ‘dâvâ’ yada ‘cihad’dır o çünkü.

Neyse efendim uzun oldu kusuruma bakmayın. Çuvaldızın ucu ya da balyozun sapı biraz uzun olsun istedim nedense!

 

İletişim:

Twitter: https://twitter.com/ugur_tezcan

Blog: http://akliselim.blogspot.com

Haberimizi okuduğunuz için teşekkürler…

Okuduğunuz bu metinler sesi kısılan, nefesi kesilen insanların sesine ses, nefesine nefes verme çabası. Bu çaba, karınca kararınca Nemrut'un ateşine karşı "yerimiz belli olsun" çabası. Bu çaba, 'zalim zulmederken sen ne yaptın?' diye sorulduğunda "dik durdum" deme çabası. Bu çabanın devam etmesini isteyen dostlarımız aşağıdaki ürünü alarak destek verebilirler. Desteğiniz için yürekten teşekkürler.

Bu yayınların devam etmesi için verdiğiniz destek için çok teşekkürler...